Category Archives: Karagöz Hacıvat

Karagöz sanatında 27 yıl

Ben yaklaşık beş yaşlarında daha ilkokula başlamadan önce babamın ayakkabı imalat atölyesinde yerleri süpürerek ayakkabı imalat sanatına başladım. 36 yaşımda ise Karagöz sanatına giriş yaptım. Yani Karagöz sanatına geçtiğimde 30 yıllık bir ayakkabı imalatçılığı geçmişim vardı, günümüzde ayakkabılar gelişmiş makinalar ile yapılıyor ama benim yetiştiğim ve çalıştığım dönemde sadece küçük el aletleri ile yapılırdı. Ben konuya hâkim iyi bir ayakkabı ustası idim. 1976 yılında babamın vefat etmesi üzerine lise 2. Sınıfta okulumdan ayrılıp çalışmak zorunda kaldım, askere gidene kadar başkalarının yanında çalıştım, askerden döndükten sonra kısa bir süre daha başkalarının yanında çalıştıktan sonra kendi işyerimi açtım, ilk zamanlarda tek başıma çalışıyordum ama zaman içinde işimi büyüttüm ve 8-10 kişinin çalıştığı bir hâle getirdim.

1994 yılında çok önemli bir ekonomik kriz yaşanmıştı, 5 Nisan kararlarıyla döviz fırlamıştı ve alışveriş durmuştu. Zaman zaman 8-10 kişinin çalıştığı işyerimde işler yürümez olmuştu, ortalamanın üzerinde olan yaşam standardım bir günde sıfıra düşmüştü. O günlerde aklını kaybedenler, intihar edenler çok fazlaydı. Ben daha az hasarla atlattım o zalim günleri, panik bozukluğu yaşadım ve üzüntüden tüberküloz oldum, yaklaşık 10 ay süren bir tedavi sonucunda iyileştim. Vergi borçlarım birikmişti, o zamanlar vergi borcunu ödemeyenler için hapis cezası vardı, bana sürekli vergi dairesinden “Borcunu öde yoksa hapse girersin” mealinde mektuplar geliyordu. İşyerim İstanbul Çarşıkapı’daydı, vergi dairesi ise Sultanahmet’teydi. Bir Cuma günü öğleden sonra vergi dairesine giderken Cağaloğlu meydanında bir kitapçının vitrininde “Karagöz okulu açılıyor” diye bir yazı gördüm. Yazının altında da bir telefon numarası vardı. Vergi dairesindeki işimi hallettikten sonra işyerime döndüm ve o telefon numarasını aradım (O zamanlar cep telefonu yeni çıkmıştı ve bende cep telefonu alacak para yoktu). Telefona çıkan kişi o günün kayıt için son günü olduğunu, ikametgah senedi, nüfus sureti vs. getirerek kaydımı yaptırabileceğimi söyledi (Yıllar sonra bu satırları okuyacaklar için not; eskiden bir çok resmî işlemde muhtardan alınacak nüfus sureti ve ikamet senedi gerekiyordu, ben bu satırları 2024 yılının Şubat ayında yazıyorum, şimdi e-devlet üzerinden tüm işlemler yapılabiliyor, yıllar sonra belki de daha kolay olacak bu işler, ama o zamanlar öyleydi). İşyerim Çarşıkapı’da, evim Avcılar’da ve kursun verileceği bina Nişantaşı’nda, bu üç yer birbirine o kadar uzak ki benim gidip muhtarlıktan gerekli belgeleri alıp Nişantaşı’ndaki kursun düzenleneceği yere ulaştırabilmem mümkün değildi. Bu durumu telefondaki yetkiliye anlattım ve o bana “Peki, ben size kişisel inisiyatifimi kullanarak Pazartesi günü mesai bitimine kadar süre tanıyorum, eğer Pazartesi günü gerekli belgeleri getirirseniz kaydınızı yaparız, yoksa yapamayız” dedi. Pazartesi günü gerekli belgeleri götürerek kaydımı yaptırdım. Bu arada geçen Cumartesi ve Pazar günlerinde kursa kaydolan kişileri mülakata çağırmışlar, üniversite mezunu olmayanları ayıklamışlar, eğer zamanında kayıt olsaydım üniversite mezunu olmadığım için beni de ayıklayacaklardı.

1997 yılının Kasım ayının 15. Günü Çocuk Vakfı Karagöz okuluna başladım, amacım iki ve üç yaşındaki çocuklarımla kaliteli vakit geçirebileceğim bir hobi sahibi olmaktı. Kurs Nişantaşı’ndaki Çocuk Vakfı binasında verilecekti. İlk gün gittiğimde çok kalabalık vardı, televizyon kameraları, gazeteciler vs, çok şaşırmıştım. Kısa bir tören yapıldı ve kurs resmen başlamış oldu. Açılış konuşmalarında Karagöz sanatımızın ne kadar önemli bir sanat olduğu, bu sanatı mutlaka yeni kuşaklara aktarmak gerektiği gibi beylik sözlerden sonra kursiyerlere başarılar dilendi ve o gün sona erdi. Kurs haftada iki gün ve her gün iki saat olmak üzere haftada dört saatti ve altı ay olarak planlanmıştı, kursun genel sanat yönetmeni Tacettin Diker’di, tasvir yapım derslerini ise Orhan Kurt verecekti.

Birkaç gün sonra ikinci derste yanılmıyorsam Tacettin Diker Karagöz’ün tarihinden bahsetti, bahsetti derken Bursa’da geçtiği iddia edilen olayı değişik süslemelerle anlattı. Ben o zamanlar Karagöz konusunda herkesin bildiği genel bilgilerin dışında bir şey bilmiyordum tabii ki, ve doğal olarak ne anlatıldıysa kabul ediyordum.

Bu arada kursa katılanlar yavaş yavaş samimi olmaya başladılar ve kursiyerlerden Alpay Ekler, Ramiz ve Hasan Hüseyin’in zaten profesyonelce karagöz oynattığını öğrendik, “Eee madem bu işi biliyorsunuz neden bu kursa katıldınız” diye sordum bu kişilere, “Milli Eğitim sertifikası için” dediler. Ben o zamanlar bu sertifikanın ne kadar önemli olduğunu bilmiyordum ama yıllar içinde öğrendim. Eğer devletin herhangi bir kurumunda (okullar vs.) karagöz oynatılacaksa gerekli kurumlardan izin alınması gerekiyor, bunun için de bu sanatla ilgili eğitim aldığımızı belgelememiz gerekiyor, işte o sertifika karagöz konusunda eğitim alındığını belgeliyor. Alpay Ekler, İhsan Dizdar’ın yardağıydı ama aynı zamanda kendisi de oyun oynatıyordu, Ramiz ve karısı Ayfer Taceddin Diker’in yardaklarıydı, Hasan Hüseyin ise İstanbul şehir tiyatrolarında Karagöz oynatıyordu. Yani profesyonel karagözcüydüler, bu işten para kazanıyorlardı.

Zaman su gibi akıp geçiyordu, her derste farklı bir hoca gelip bir şeyler anlatıyorlardı ama bir türlü Karagöz nasıl oynatılır, tasvirler nasıl yapılır derslerine gelemiyorduk. Bu durum yaklaşık üç ay sürdü. Bu üç ay boyunca kursiyerler olarak bizler Karagöz Hacıvat tasviri bile görmedik. Bu durumun farkında olan kursiyerler yavaş yavaş ayrılmaya başladılar, vakıf yönetimi uyarıda bulunmuş olmalı ki bir gün Orhan Kurt tasvir yapım dersi verdi, bir deri getirdi, kalıbın üzerine koydu, çizdi ve makasla kesti. Çok şaşırmıştım, zîrâ deri ile çalışan profesyonel insanlar deriyi makas ile değil bıçak ile keserler (şimdi tabii kesim preslerinde kesiliyor, o zamanlar el ile kesilirdi), ayakkabıcılar, çantacılar, kemerciler ve cüzdancılar gibi profesyonel ustaların çok keskin bıçakları vardır ve deriyi o keskin bıçaklar ile keserler, 30 yıllık ayakkabıcılık hayatımda deriyi makasla kesen hiç kimse görmedim, o zaman anladım ki bu insanlar tasvirleri amatör bilgilerle yapıyorlardı.
Neyse, Orhan Bey’e “Hocam bu deri nerede satılır, nasıl bulabiliriz” diye sorunca “Hiçbir yerde bulamazsın, ben Bursa’da özel olarak yaptırıyorum” dedi. Eyvallah, aldım kabul ettim. “Peki Hocam, o oynatma çubuklarının bir özelliği var mı, nerede bulabiliriz” diye sorunca yine “Ben özel olarak yaptırıyorum, hiçbir yerde bulamazsın” dedi. Ders sırasında deri zımpara yapılmıştı, bu defa hocaya “Hocam bu zımparanın bir özelliği var mı herhangi bir zımpara olur mu” diye sorunca Orhan Bey yine “Hiçbir yerde bulamazsın, ben bunları özel olarak yaptırıyorum” deyince bende jeton düştü. Ben 30 yıllık ayakkabı imalatçılığı geçmişi olan bir insan olarak elimden binlerce zımpara kağıdı geçmiştir (bir karagözcünün bütün ömrü boyunca kullanabileceği zımpara kağıdını ben bir ayakkabı ustası olarak birkaç ayda tüketirdim), zımpara kağıtlarının incesi kalını vardır, numara ile sıralanır, ben gözlerimi bağlasam ve bir kişi bana bir zımpara kağıdı uzatıp bu kaç numara dese parmağımla yokladıktan sonra numarasını bilirdim. Yani benim çok iyi bildiğim bir konuda Orhan Bey hiçbir yerde bulamazsın demişti, bir zımpara kağıdının özel olarak yaptırılması diye bir şey söz konusu bile olamaz. O zaman anladım ki bu insanlar bize bir şey öğretmeyecekler. (Burada bir parantez açarak söylemeliyim, Ramiz’in eşi olan Ayfer aradan belki 20 yıl gectikten sonra bir gün bana internet üzerinden mesaj atıp telefon numaramı istedi, ben numarayı verdikten sonra beni aradı ve oldukça uzun bir sohbetimiz oldu. Tacettin beyin yardaklarinin tasvir yapımını öğrenmesini istemediğini soyledi, bu yüzden Tacettin beyden gizli olarak Tacettin beyin bir akrabası olan tasvir yapimcisi Guneri beyden tasvir yapımını öğrendiklerini, eger Tacettin beyin bundan haberi olsa kendilerini kovacagini anlattı)

Bu sırada karagöz derisinin Mercan’da satıldığını öğrendik, birkaç arkadaş gidip deri aldık ve ben tasvir yapmaya başladım, çünkü benim hayatım deri ile geçmiş, deri nasıl kesilir vs biliyorum, doğal olarak Orhan Bey’in bize gösterdiği gibi makasla değil profesyonel ustaların yaptığı gibi bıçak ile kesiyordum.

İlk kestiğim tasvirlerden biri gemi tasviriydi, konuyla ilgili olanlar bilirler, kayık oyununda kullanılan gemi. Tasviri kestim, boyamaya vakit olmamıştı, boyamadan kursa götürdüm, daha ders başlamamıştı ki Alpay Ekler “Bunu bana satar mısın” dedi, o zamanlar ekonomik çöküş içinde olduğum için “tabii ki” dedim ve Alpay benim yaptığım ilk tasviri satın aldı. Alpay farkı fark etmişti.

Bir süre sonra Alpay beni oyununa davet etti, oyun Karagöz kursiyerlerinden biri olan Nezahat Hanımın ana okulunda olacaktı, birlikte gittik, perde kuruldu ve Alpay “Ters Evlenme” oyununu oynattı. Çok şaşırdım çünkü bu oyun çocuklara göre değildi. Alpay’ın ustası İhsan Dizdar’ın tek bildiği ve oynattığı oyun “Ters Evlenme” idi, dolayısıyla Alpay Ekler de o oyundan başka oyun bilmiyordu.

Kısa bir süre sonra bir ders sonrası Alpay Ekler beni “Gel abi bir şeyler yiyelim içelim” deyip davet etti, tuhaf bir durum olduğunun farkındaydım ama ne olduğunu anlayamıyordum, çünkü benim düşünce sistemimde böyle şeyler yoktu (hâlen yok), beni tartıyordu, acaba ben bunu kullanabilir miyim sorusuna cevap bulmaya çalışıyordu. Alpay’ın arabasına bindik, önce Sultanahmet Köftecisinde yemeğimizi yedik, ardından Alpay bir büfeden bir şişe votka ve meyve suyu aldı ve Cankurtaran ile Sirkeci arasındaki Sarayburnu’na otomobillerin deniz seyri yaptığı o alana otomobili park etti, votkayı içmeye ve sohbete başladık. İçkiye çok alışkın olmadığı belliydi ve birkaç duble içtikten sonra aklındakilere herhangi bir oto sansür uygulamadan olduğu gibi anlatmaya başladı.

Önce askeri okuldan kovulduğunu anlattı ama “kendimi kovdurdum” diye anlattı olayı, ardından “Ben bulunduğum her ortamda birinci olmak zorundayım” diye bir cümle kurdu, ben çok şaşırmıştım, bana göre bu çok saçma bir düşünceydi, çünkü bir insan her alanda birinci olamaz, bir konuda yeteneği vardır ve çalışarak kendini daha da geliştirebilirse tabii ki birinci olma şansı yüksektir ama her bulunduğu ortamda birinci olmak zorunda hissetmek çok akıllıca ve sağlıklı bir düşünce değil. “Eee, nasıl her ortamda birinci olacaksın” diye sorunca “Ortamını hazırlayacaksın” dedi, “Nasıl” diye sorunca “Hediyeler vereceksin, iltifatlar edeceksin, insanlar bu tür şeyleri severler ve seni seçerler” dedi, bunlar benim bilmediğim ve hayatımda yeri olmayan şeylerdi, hâlen de hayatımda böyle şeylere yer yoktur. “Sonra, diyelim ki gelecekte benim birinci olmama katkıda bulunma ihtimali olan kişileri seçerim ve onlarla yakınlık kurarım, seçtiğim kişiye bir hediye veririm ve sonra bir tartışma ortamı yaratırım ve yavaş yavaş onun kazanmasına izin veririm, bu kişinin başka birini seçmesi mümkün değildir” dedi. Yani insanları kullanıyordu.

Alpay Ekler’in bütün hayatı bulunduğu ortamda birinci olmak üzerine kurguluydu, belli ki bunun üzerine ciddi bir biçimde çalışmıştı, hayat hedefi buydu. Yıllar sonra düzenlediği Karagöz kurslarının da amacı aynıydı, kendine bağlı bir kitle oluşturmak, o kursiyerler onun için sadece birer sayıdan ibaretti.

Nitekim Çocuk vakfındaki Karagöz kursunda hediyeler vererek ve iltifatlarda bulunarak kendini birinci seçtirdi. Kaldı ki kurs düzenleyen kişilerin o konuda yıllarca profesyonelce çalışan bir kişiye birincilik vermesi ahlaken doğru bir davranış değildi. Yıllar sonra yine muhtemelen aynı yöntemlerle “Yaşayan insan hazinesi” seçildi. Oysa Karagöz sanatına anlamlı bir katkısı ve bilinen bir başarısı yoktu. Karagöz sanatında “Yaşayan insan hazinesi” ödülü ikinci kez torpil ile verilmişti. Birincisi Orhan Kurt idi.

Hocalarımız inatla bizlere bir şeyler öğretmemeye ve vakit geçirmeye çalışıyorlardı, anladım ki bu kişiler yeni birilerinin çıkmasını istemiyorlardı. Kurstan ayrılmalar devam ediyordu, ben ise inatla devam ediyordum. Bu arada ekonomik kriz nedeniyle işler kesat olduğu için ben neredeyse zamanımın tamamını Karagöz konusunu öğrenmeye harcıyordum. Prof. Metin And hocamızın ve Cevdet Kudret’in kitaplarını okuyordum, Prof. Metin And’ın “Geleneksel Türk Tiyatrosu” adlı kitabında çok fazla dipnot var, o dipnotlarda Karagöz konusunda dergilerde, gazetelerde yazılmış yazılara atıfta bulunur, ben o dipnotlardaki ipuçlarını takip ederek işyerime çok yakın olan Beyazıt Devlet Kütüphanesine giderek o yazıları buluyor ve fotokopilerini alıyordum ve hemen okuyordum. Bu dipnotlardan birinde Ankara Milli Kütüphane’de Prof. İlhan Başgöz tarafından kayıt altına alınmış olan Hayâlî Küçük Ali’nin oyunlarının olduğu ses kasetleri olduğunu okudum. Hemen Milli Kütüphaneyi arayarak bu ses kayıtlarının birer kopyasını nasıl alabileceğimi sordum, önce vermek istemediler ama ben çok ısrar ettim ve o kayıtların tamamını bir şekilde aldım. Otobüste, trende vs kulaklıkla hep o kayıtları dinliyordum, bu böyle yıllarca sürdü, Karagöz konusunda bilgilerim artıyordu.

Kursiyerlerin yavaş yavaş ayrılmaya devam etmeleri üzerine durumun vahametini anlayan vakıf yönetimi kursun genel sanat yönetmenliğini Tacettin Diker’den alarak Metin Özlen’e verdi, ve kurs gerçek bir kurs oldu. Metin Bey ilk derste Karagöz Hacıvat kalıpları getirdi ve hepimize dağıttı, o zamana kadar bize kimse bu kalıpları vermemişti, ve “Herkes bu kalıplarla kartondan Karagöz Hacıvat yapsın” bir görelim bakalım dedi.

Bir sonraki ders günü kırtasiyeden aldığım beyaz kartondan bir Karagöz Hacıvat tasviri kestim, bağladım ve akşam olunca derse götürdüm, ben gittiğimde ders başlamıştı, Metin Bey bana “Siz de yaptınız mı karton tasvir” diye sordu, “Yaptım” deyince “Görebilir miyim” diye sordu, bunun üzerine ben yaptığım karton tasvirleri Metin Beye verdim. Metin Bey tasvirleri aldı ve dikkatli bir şekilde inceledi ve bana dönüp “Siz karagözcü müsünüz” diye sordu, “Hayır hocam, ben ayakkabı imalatçısıyım” deyince “Hah, şimdi oldu, sizin çok keskin bıçaklarınız var değil mi, muhtemelen onlarla yapmışsınızdır, bunlar tam usta işi olmuş” dedi, ben de “Evet hocam, kunduracı bıçağı ile yaptım” dedim, Metin Bey yaptığım karton tasvirleri çok beğenmişti.

O günlerde Kalan Müzik tarafından geçmişte Karagöz oyunlarında sık kullanılan müziklerin olduğu bir kaset yayınlandı (CD yeni yeni yaygınlaşıyordu, albümler daha çok kaset olarak yayınlanıyordu), kasetin en başında Hayâlî Küçük Ali’nin kısa bir muhaveresi de vardı, tabii ki tüm kursiyerler gibi ben de bu kaseti satın aldım, o zamanlar “Walkman” denilen, pantolon kemerine takılan kasetçalarlar vardı, bir tane walkman aldım ve sürekli olarak kaseti dinledim, bir süre sonra Hayâlî Küçük Ali’nin kısa muhaveresi de dahil olmak üzere kasetin tamamını ezberlemiştim.

Bir gün derste Metin Bey kendi Karagöz Hacıvat tasvirlerini getirdi ve “Herkes becerebildiği kadarıyla kısa bir oyun yapsın görelim” dedi, dersin yapıldığı salonda sabit bir karagöz perdesi vardı, herkes sırayla geçip kısa bir oyun yaptı, Metin Bey ise seyirci pozisyonunda oturmuş ve oyunları seyretmişti, işin ilginç yanı istisnasız herkes Hacıvat semaisi olarak Kalan Müzik tarafından yayınlanan kasetteki “On kere demedim mi sana sevme dokuz yar” adlı şarkıyı okumuştu, zira kolay bir şarkıydı. En son ben geçtim perdenin arkasına, kursiyer arkadaşlardan biri de elinde def ile bana yardaklık yapıyordu. Ben herkesin söylediği şarkıyı söylemek istemedim, farklı bir şey söyleyeyim diye düşündüm ve merhum üstat bestekâr Sadi Hoşses’in “Hicrân açmıştır sinede yâre (Sabret gönül bir gün olur bu hasret biter) adlı eserini okumaya başladım, birden Metin Bey perde arkasına geldi, bana ritm tutan arkadaşın elinden defi aldı ve bana ritm tutmaya başladı, ben şarkıyı bitirdikten sonra biraz önce bahsettiğim kasetteki Hayâlî Küçük Ali’nin oynattığı muhavereyi oynattım. Oyun bitince Metin Bey bana “Siz şarkıcı mısınız” diye sordu, “Hayır hocam, geçende de söylemiştim, ben ayakkabıcıyım” deyince “Yahu aynı profesyonel şarkıcı gibi okudunuz” şarkıyı dedi. Teşekkür ettim.

Bu arada Metin Bey kök boyalarla ilgili notlarını ve önemli tiplemelerin tasvir kalıplarını getirdi, fotokopi ile çoğalttık ve herkese dağıtıldı. Altı aylık kursun önemli bir bölümü boşa geçmişti ama son zamanlarda Metin Beyin devreye girmesiyle az da olsa bir şeyler öğrenmiştik.

Kursun sonuna geldik, Alpayı birinci seçmişler, Hasan Hüseyin ikinci ben ise üçüncü olmuşum, Şahine Hatipoğlu dördüncü olmuş, bu arada Alpay ve Hasan Hüseyin’in zaten profesyonel bir şekilde Karagözcülük yaptıklarını tekrar hatırlatayım. Vakıf yönetimi birinci, ikinci ve dördüncü kısa birer oyun yapsınlar diye bir karar almışlar. Hasan Hüseyin oynatmayacağını söyleyip ayrıldı, Şahine Hatipoğlu ise ben hakkımı Emin’e devrediyorum dedi ama vakıf yönetimi bana yine oynattırmadı. Bunun üzerine ben de ayrıldım vakıftan. Birkaç hafta sonra gidip binada bekçilik yapan görevliden sertifikamı aldım.

Vakıf yönetimi modern görünümlü ve şeklen dinî hassasiyetleri olan kişilerdi (asıl dinin hassasiyeti ahlak, vicdan ve adalet olması gerekir, din budur), ben ise cebinde mutlaka her gün Cumhuriyet gazetesi veya bir kitap ya bir dergi olan biriydim. Ayrıca benim hakkımda vakıf yönetiminin kulağına gidecek bir şekilde “Emin içki içiyor” dedikodusunu yaymışlar, ben bu yaşıma kadar anamdan babamdan bile saklamadım içki içtiğimi, dedikodusunu yapmalarının nedeni vakıf yönetiminin gözünde itibarımı düşürmekti. Benim de çok umurumdaydı sanki vakıf yönetimi. Hayatım boyunca hiç kimseye eyvallahım olmamıştır.

Aradan kısa bir süre geçti, ekonomik kriz sonucunda ben atölyemi kapatmıştım, bütün küçük esnaflar aşağı yukarı benim durumumda olduğu için kendi mesleğimde iş bulabilmem imkansızdı. Bir gün bir gazetede “Mutfak Eşyası Pazarlamacısı Aranıyor” diye bir ilan gördüm (o zamanlar böyle bir işkolu vardı, ev ev dolaşıp mutfak eşyası – tencere, tava pazarlanıyordu), denize düşen yılana sarılır misali hemen aradım “Yarın gelin başlayın” dediler. Ben o gece sabaha kadar uyuyamadım, zirâ ev ev dolaşıp tencere, tava pazarlamak bana uygun bir iş değildi ama çaresizlik insana her şeyi yaptırıyor. Sabaha karşı bir ara dalmışım, birden telefon sesiyle uyandım, sabah çok erken bir saatti, telefonu açtım, arayan Metin Özlen’di. “Erken saatte rahatsız ettiğim için çok özür dilerim” diye başladı söze ve o gün BBC televizyonunun hazırlamakta olduğu bir belgesel için Karagöz oynatacağını ama yardağı olmadığını, kendisine yardım edip edemeyeceğimi sordu, “Tabii ki gelirim hocam, ama bugün bir işe başlayacaktım, tahminen ne kadar sürer bu oyun” diye sordum, öğle olmadan biter cevabı alınca tamam hocam geliyorum dedim. Gösteri bizim kurs gördüğümüz vakıf binasında yapılacaktı, vakıf binasına gider gitmez oradan yeni başlayacağım işyerini arayarak çok önemli bir işim çıktığını ve öğleden sonra gelebileceğimi söyledim, tamam dediler. Gösteri öğleye kadar bitmedi, bunun üzerine henüz başlayamadığım işyerini tekrar arayarak durumu anlattım, “Gelme kardeşim, daha ilk günden böyle yapan kişi daha sonra neler yapmaz” dediler, sırtımdan önemli bir yük kalkmış ve ferahlamıştım. Oyunumuz akşama kadar sürdü, İngilizler o kadar titiz davranıyorlardı ki her sahneyi defalarca çekiyorlardı. Akşam gösteri bitti, Metin Bey eşi ile gelmişti, tasvirler toplanıp çantasına konulduktan sonra ben dışarı çıkıp Metin Bey ve eşi için bir taksi bulup geldim, Metin Bey taksiye binerken bana bir zarf uzattı, belli ki içinde para vardı, ben “Hocam para için gelmedim ben” dedim ama Metin Bey ısrar etti ve zarfı aldım. Onlar ayrıldıktan sonra zarfı açıp baktım, tencere, tava pazarlama işinden bir ayda kazanacağım paraya yakın bir miktar para vardı içinde.

Aradan bir süre geçtikten sonra Metin Bey tekrar aradı ve yine bir gösterisi olduğunu söyleyerek beni çağırdı. Bir süre sonra tekrar derken ben Metin Bey ile oyunlara gitmeye ve yavaş yavaş para kazanmaya başlamıştım. Bu arada arkadaşlarım, komşularım vs benim karagöz sanatı ile ilgilendiğimi öğrendiler ve nadiren de olsa oyun teklifleri gelmeye başladı, ben gelen tüm teklifleri ustama yönlendiriyordum, biz böyle yetişmiştik.

Bu arada uzaktan bir akrabamız telefon ederek eşinin akrabalarından birinin bir terlik fabrikası olduğunu ama bir türlü istedikleri gibi üretim yapamadıklarını söyleyerek fabrikaya gidip onlara belki bir fikir verebilirsin dedi, tabii ki dedim. Bu iş benim otuz yıldır profesyonelce yaptığım bir işti. Fabrikaya gittim ve kaç kişi çalışıyor, haftada kaç çift iş çıkarıyorsunuz gibi sorular sordum. Bana imalat müdürlüğü teklif ettiler, tabii ki kabul ettim, aylar sonra maaşlı bir işim olmuştu, üstelik de uzman olduğum bir alanda. İlk maaşımı alır almaz hemen taksitle bir bilgisayar aldım, nasıl açılıp kapandığını bile bilmiyordum, çünkü çok yeni bir şeydi, kimse tam olarak ne işe yarar, onunla neler yapılabilir bilmiyordu.

Bir süre sonra web sitesi nasıl yapılır konusunu araştırmaya başladım, günümüzde web sitesi yapmak son derece basit, hazır sistemler var, birkaç tık ile bir site kurulabiliyor, o zamanlar öyle değildi, hazır sistemler yoktu, ancak kod yazarak web sitesi yapılabiliyordu, bunun için günlerce gecelerce uyumadan kod yazmayı öğrendim (Kod nedir derseniz, şu anda okuduğunuz sayfaya sağ tıklayın ve açılan menüde “Sayfa Kaynağını Göster”e tıklayın, açılan görüntü sayfanın kodlarıdır, işte bunları yazmayı öğrendim) basit bir web sitesi yaptım ve yayınlamaya başladım. Bu arada akşamları evde tasvir yapımına devam ediyordum, koleksiyonum süratli bir şekilde büyüyordu. Özellikle göstermelikler üzerine yoğunlaşmıştım, zirâ Metin Özlen haricindeki karagözcülerin içinde ayrıntılı ve güzel bir göstermeliği olan kimse görmedim. Bir gün Cağaloğlu civarında bir kartpostal gördüm, desene hayran kaldım, hemen satın aldım ve A3 boyutunda büyüttüm, akşam eve gider gitmez hemen yapmaya başladım, tabii yapmaya başladım dediysem öyle birkaç günde yapılmıyor tasvir, bize kursta tasvir yapımını BİRAZ öğretmişlerdi ama ben tasvirlerimi orada öğrendiğim bilgilere göre değil ayakkabıcılık bilgilerime göre yapıyordum, hâlen de öyle yapıyorum, bu durum benim en küçük ve basit tasviri bile birkaç haftada yapmama neden oluyordu. A3 büyüklüğündeki bir göstermeliği yapmam ise birkaç ayı buluyordu. Yaptığım tasvirlerin fotoğrafını çekip web siteme koyuyordum. Bir gün Portekiz’in Lizbon şehrinde bulunan “Rua Da Marionetta” adlı müzeden bir e-posta geldi, yaptığım o göstermeliği çok beğenmişler ve diğer 19 tasvir ile birlikte toplamda 20 tasviri satın almak istediklerini yazmışlardı. Karagöz hayatımın başlarındaydım ama bir müze benim tasvirlerimi satın almak istiyordu, bu benim doğru yolda olduğumu gösteriyordu. 20 tasviri müzeye gönderdim ve bunlar benim bir müzede sergilenen ilk tasvirlerim oldu, yıllar içinde daha pek çok müze tasvirlerimi satın aldı.

Aradan birkaç ay geçmişti, bir gün Metin Bey beni aradı ve Mersin’de oyunumuz var dedi, Mersin Opera ve Bale salonu açılmış ve Kültür Bakanlığı tarafından içinde çeşitli kültürel etkinlikler düzenleniyordu, bir de karagöz gösterisi olsun demişler ve tabii ki en iyi usta olan Metin Özlen’e bir görevlendirme yazısı göndermişler, Metin Bey bakanlığa faks çekerek görevlendirmenin usta Metin Özlen ve yardak Emin Şenyer adına yapılmasını istemiş, bunun üzerine Metin Beye yeni bir görevlendirme yazısı göndermişler, yazıda usta Metin Özlen ve yardımcısı Emin Şenyer ibaresi varmış. Metin Bey bana telefon ederek bu durumu bildirdi. Ben işyerimden izin aldım ve Mersin seyahatimiz başladı, hayatımda ilk defa uçağa bindim. Üstelik panik atak geçirmiş biri idim (Panik atak geçirenler genellikle uçağa binemezler).

Sanıyorum o zamanlar Mersin’de havaalanı yoktu, biz Adana uçağına bindik, havaalanında bizi Mersin Valiliğinden bir görevli karşıladı ve bir araçla bizi Mersin’e götürdü. İlk gün oyunumuzu oynattıktan sonra bir balık lokantasına oturduk, Metin Bey içki içmeyi seven biriydi, yemeğimizi yedikten sonra uzun bir sohbet başladı aramızda, Metin Bey “Hani sen kartondan Karagöz Hacıvat yapmıştın ya, ben onları çok beğenmiştim, sonra bir gün “Sabret Gönül” şarkısını söylemiştin, işte ben o şarkıyı dinledikten sonra “Bu adamdan çok iyi Karagözcü olur” demiştim dedi, yani Karagöz sanatı tarihinin en büyük ustalarından biri olan Metin Özlen beni seçmişti, ben bunu o zaman anladım.

Metin Özlen Emin Şenyer
Mersin

Bir gün beni Antalya’dan bir hanımefendi aradı, eşinin Alman bir gazeteci olduğunu, Antalya’da yaşadıklarını, işlerinin sanatçılarla yaptıkları röportajları dergilere satmak olduğunu ve benimle bir röportaj yapmak istediklerini söyledi. Tabii ki kabul ettim, bir gün Aysun Hanım ve eşi Bela evime geldiler ve benimle bir röportaj yaptılar, işleri bitince de gittiler. Aradan aylar geçti, bir gün beni Meray Ülgen adında biri aradı, telefonu açtım, “Ben Meray Ülgen, Almanya’da tiyatro yönetmeniyim, şu anda İstanbul’dayım, sizinle görüşmek istiyorum” dedi (Meray Ülgen, Takva filmindeki şeyh rolünü oynayan kişidir). Tabii ki dedim ve bir yerde buluştuk. Meray Ülgen Berlin’de yaşayan bir tiyatro yönetmeni, başladı anlatmaya; “Bir Alman opera grubu Mozart’ın “Saraydan Kız Kaçırma” operasını sahnelemek istiyor ama farklı bir şey istiyorlar, oyunun ilk bölümünün gölge oyunu olarak oynatılması düşüncesindeler, bu konuyu bana sorup tanıdığım bir gölge oyunu ustası olup olmadığını sordular, ben yok ama İstanbul’a gidip bulabilirim dedim ve uçağa bindim, uçakta dergiyi karıştırırken sizin röportajınızı gördüm, hem çok şaşırdım hem de çok sevindim, ve İstanbul’a iner inmez sizi aradım” dedi. Alman gazeteci Bela benimle yaptığı röportajı Sun Express uçak şirketinin dergisine satmış ve gölge oyunu ustası aramak için Sun Express uçağıyla İstanbul’a gelen Meray Ülgen o röportajı okuyarak beni buldu, inanılmaz, gerçekten inanılmaz.

Mozart’ın “Saraydan Kız Kaçırması” operasında Avrupalı iki asilzade evlenirler ve Akdeniz’de gemi ile balayına çıkarlar, korsanlar gemiyi ele geçirip içindeki yolcuları esir alırlar ve esir pazarına götürüp satarlar, bu iki asilzadeyi Osmin Paşa satın alır ve saraya götürür, korsanların elinden kurtulan bir şövalye arkadaşlarını toplar ve saraya gidip esirleri kaçırırlar. Öykü böyle. Konu Akdeniz’de geçiyor, esirleri alan kişi Osmin Paşa (Osman Paşa) ve satın aldığı esirleri saraya götürüyor. Öyküde hangi saray olduğu söylenmiyor ama olayın gelişiminden dolayı olayın Topkapı Sarayı olduğu sonucu anlaşılıyor. Bu yüzden yönetmen Türk kültürüyle alakalı bir şey olsun diye düşünmüş ve gölge oyununda karar kılmışlar. Meray Ülgen aynı zamanda karikatüristti, tipleri çizdi, ben de onun çizimleri üzerine tasvirleri yaptım, bir süre sonra Berlin’e giderek oyunun esirlerin esir pazarında Osmin (Osman) Paşa tarafından satın alınıp saraya götürülmelerine kadar olan bölümünü uvertür müziği eşliğinde sözsüz olarak oynattım, oyun kayda alındı ve opera başlamadan önce seyircilere gölge oyunu perdesinde gösterilmiş, daha sonra opera sanatçıları çıkıp aryalar eşliğinde “Kız kaçırma” faslını oynamışlar. Prömiyere beni de davet ettiler ama Türkiye’de oyunlarım olduğu için katılamadım. Oyun iki yıl kapalı gişe oynandı.

Metin Bey’in beni seçmesindeki sebeplerden biri de güzel şarkı türkü okumamdı, evet güzel şarkı söylüyordum ama bir de bu işin tekniği, eğitimi vardı, o zamanlar İstanbul Avcılar’da oturuyordum, bir musiki derneğine kaydolayım diye düşündüm ve Avcılar Halk Eğitim Merkezindeki koroya katıldım, bir süre sonra baktım ki burada benim öğrenebileceğim bir şey yok, yeni arayışlar içine girdim ve Küçükçekmece Musiki Derneği’nin çok titiz ve başarılı çalışmaları olduğunu öğrendim, derneğe gidip kaydımı yaptırdım. İşin ilginç tarafı hocamız olan Kültür Bakanlığı Korosu sanatçılarından olan Erol Ünal’ın yine Kültür Bakanlığı tarafından yayınlanan Etem Ruhi Üngör tarafından yazılan “Karagöz Musikisi” adlı kitabın notalarını yazan kişi olduğunu çok sonra öğrendim. Koro konservatuvar gibiydi. Koroya iki yıl devam ettim, o koro bana çok şey kattı.

Bir gün Metin Bey beni arayarak merkezi Amerika’da bulunan “Türk Kültür Vakfı” ile bir çalışma yapacağımızı, yirmi klasik oyunu oynatacağımızı söyledi, bu oyunları oynattık, oyunlar kayda alındı ve “Türk Kültür Vakfı” tarafından DVD olarak satışa sunuldu (Bildiğim kadarı ile şu anda satışı yok, belki satmak isteyen kişilerden temin edilebilir) Şu anda Karagöz sanatı konusunda en önemli doküman bu DVD’lerdir.

Pek çok ülkede Karagöz oynattım, pek çok gazete ve dergide röportajlarım, pek çok televizyonda belgesellerim yayınlandı (yabancı ülkelerde bile).

Aradan geçen 27 yıl içinde kimsenin elini, eteğini öpmedim, kimseye yalakalık yapmadım, kimseye rüşvet vermedim, kimseden torpil istemedim, kimseye “senin festivalinde gösteri yapabilir miyim” demedim, kimseye “benimle röportaj yapar mısın” demedim. Benden yardım isteyen hiç kimseyi geri çevirmedim. Ahlaktan ayrılmadım. Sadece işimi iyi yapmaya çalıştım.
Karagöz sanatı tarihinin en büyük ustalarından biri olan Metin Özlen’in yanında yetişen tek kişi benim.

Hepsi bu.

Malezya gölge oyunu

 Malezya ve Endonezya gölge oyunlarına Wayang Kulit adı verilir. Wayang “Gölge” anlamına gelir, Kulit ise “deri” demektir. Genel olarak Wayang Kulit adı verilen Malezya gölge oyunları dört ayrı başlık altında incelenmelidir. Bunlar Wayang Kulit Jawa (Wayang Kulit Purwa olarak da bilinir), Wayang Kulit Gedek, Wayang Kulit Melayu ve Wayang Kulit Siam (Wayang Kelantan olarak da adlandırılır). Wayang Kulit oynatan ustaya “Dalang” adı verilir. Dalang “Kelir” adı verilen beyaz perdenin arkasına bağdaş kurarak oturur, perdenin hemen önünde yerde kuru olmayan, taze bir bambu veya muz ağacı gövdesi bulunur. Tasvirlerin gövdesinin tam ortasından dikine dikilen ucu sivri sopayı yaş bambu/muz ağacına saplayıp tasviri perdeye yaslar. Bu şekilde pek çok tasvir perdede bulunur, dalang hangi tasvirin sırası gelmişse o tasvirin kolundaki sopayı hareket ettirerek tasviri konuşturur.

Perde arkasında bir de orkestra bulunur, gölge oyununda müzisyenlik yapanlara “Gamelan” adı verilir, orkestrada geleneksel Malay çalgıları bulunur, bunlar Serunai, Rebab, Gedung, Canang ve Gonglardan oluşur.

Malezya Gölge Oyunu Çalgıları

 Malezya Wayang Kulit oyunlarının nasıl ortaya çıktığı hakkında net bir bilgi yoktur ancak Jawa (Türkçede biz Cava olarak biliyoruz) Adasında, Kamboçya  ve Tayland kültürlerinin etkisiyle gelişmiş olabileceği varsayılmaktadır. Tıpkı Cava, Kamboçya ve Tayland gölge oyunlarında olduğu gibi tasvirler oynatılırken perdeye tam yapıştırılmazlar, hafifçe geride tutulurlar, böylece seyirci tasvirin kendisini değil gölgesini görmüş olur.

Malezya gölge oyunu

 Wayang Kulit Jawa ya da Wayang Kulit Purwa adından da anlaşıldığı gibi Endonezya’nın Jawa Adasında ortaya çıkmış bir türdür, öykü olarak Hindu kültüründeki Mahabarata ve Ramayana destanlarındaki iyi ve kötü arasındaki savaş anlatılır. Malezya’nın Selangor ve Johor bölgelerinde oynatılan Wayang Kulit tarzıdır.

 Wayang Kulit Gedek Malezya’nın Kedah bölgesinde yöresel aksan ile yapılan bir Malezya Gölge Oyunu tarzıdır. Tıpkı Türk gölge oyununda olduğu gibi iki ana karakter vardır, bunlar Etong ve Etau’dur. Tasvirler profilden değil karşıdan göründüğü gibi yapılmıştır. Konunun uzmanları Güney Tayland’da oynatılan Nang Talung’dan etkilendiği düşüncesindedirler. Oyunlarda işlenen öyküler güncel toplumsal olayları işlemektedirler.

 Wayang Kulit Kelantan, Malezya’nın kuzeydoğusundaki Kelantan bölgesinden adını almıştır, Wayang Kulit Siam da denir, Siam Tayland’ın eski adıdır (Siam Krallığı), Kelantan bölgesi Tayland’a sınır komşusudur, ayrıca Dalang’ın oyun esnasında Tayland kültüründe yer alan “Maharisi Mantra” okuması da bu sanatın Tayland’dan geldiğini kanıtlamaktadır. Ayrıca tıpkı Kamboçya ve Tayland gölge oyunları gibi Hindu destanı olan Ramayana öykülerinden oluşur. Daha çok Kelantan ve sınır komşusu Terengganu eyaletlerinde yaygındı. 1990’lı yıllarda bu eyaletlerde iktidar olan PAS (Malezya İslami Parti) döneminde dini gerekçelerle turistler için yapılan gösteriler haricinde yasaklandı, bu da sanatın yaygınlığını kaybetmesine neden oldu. Günümüzde “Ulusal Sanat, Kültür ve Miras Akademisi (AWSARA)” ve “University Sains Malaysia (USM)” tekrar canlandırılmaya çalışılmaktadır.

 Wayang Kulit Malaya ise Ramayana ve Mahabarata ile birlikte Panji hikayelerinin de anlatıldığı bir türdür.

 Bu dört Wayang Kulit tarzı da birbirlerinden çok küçük faklarla ayrılmaktadırlar. Konuya hakim olmayan dışarıdan biri bu oyunları seyrettiği zaman aradaki farkı anlayabilmesi çok zordur, bu sadece konuyla ilgili profesyonellerin ayırt edebilecekleri bir konudur.

Derinin hazırlanışı

Wayang Kulit derisinin hazırlanışı, derinin kılları döküldükten sonra kuruması için bu şekilde gerilir.

Not: Fotoğraflar Emin Şenyer tarafından çekilmiştir, izinsiz kullanılamaz.

Tayland gölge oyunu

 Tayland gölge oyunu iki ayrı başlık altında incelenmelidir. Nang Yai ve Nang Talung. Nang Yai, yekpare büyük tasvirlerle oynatılır ancak Nang Talung küçük ve hareketli tasvirlerle oynatılır.

 Nang Yai tıpkı Kamboçya gölge oyunlarından olan Sbek Thom gibi tek parça ve eklemsiz, hareketsiz büyük tasvirlerle oynatılan bir türdür. Tasvirleri taşıyan oyuncuların/dansçıların tasvirlerin sağında ve solunda bulunan bambu değnekleri hareket ettirilmeleri ile oynatılır. Sbek Thom gibi Hint kültüründen etkilendiği çok açıktır. Nang Yai gösterilerinin neredeyse tamamı Hindu kültürünün en önemli epik mitolojik destanları olan Ramayana ve Mahabarata destanlarından alınmıştır.

 Vişnu, Hindu kültürünün önemli tanrılarından biridir, Vişnu bir gün bir insan olarak dünyaya gelir ve Rama ismini alır, Ramayana “Rama’nın yürüyüşü” demektir. Ramayana, tanrı Vişnu’nun bir insan olarak dünyada yaşadığı olayların anlatıldığı bir destandır. Güneydoğu Asya ülkelerinde Hindu kültürü çok yaygın, bazı yerlerde ise baskın kültürdür. Bu açıdan Hindu kültürünün Tayland kültürünü de etkilemiş olması gayet doğaldır. Ramayana ismi Thai dilinde Ramakien olarak anılır.

 Nang Yai gösterileri yaklaşık 5 mt X 15 mt ölçülerindeki büyük perdelerde yapılır. Tasvirleri (kuklaları) oynatan kişiler konuşmazlar, yani tasvirleri konuşturmazlar. Arka planda bir usta müzikal bir şekilde olayı anlatmaya başlar, anlatılan olaya göre tasviri oynatan dansçılar tasvirleri hareket ettirirler. Perdenin hem önünde hem de arkasında yer alırlar.  Piphat adındaki orkestra oyun esnasında müzik çalar.

 Tayland’da en geniş Nang Yai tasvirleri kolleksiyonu Wat Khanon Nang Yai Museum’da bulunmaktadır. Burası bir Budist tapınağıdır, Nang Yai gösterileri de genellikle Wat denilen tapınaklarda yapılmaktadır, bu da bize Nang Yai gösterilerinin dinsel yanını göstermesi açısından önemlidir.

 Bir de Doğu Tayland’da Rayong şehrinde küçük bir Nang Yai müzesi vardır. Cumartesi günleri her iki tapınakta da Nang Yai gösterileri yapılmaktadır.

Nang Yai

Nang Yai

Nang Yai

Wat Khanon Nang Yai Müzesinden bazı tasvirler
(Fotoğraflar Emin Şenyer tarafından çekilmiştir, izinsiz kullanılamaz)

Nang Talung daha çok Güney Tayland’da yaygındır, Phattalung şehrinde ortaya çıktığı düşünüldüğü için Nang Talung adını almıştır. Bizdeki Karagöz oyunları gibi oynatan kişi tasvirleri seslendirir. Tasvirlerin kolları hareketlidir ve konuştukları zaman çene de açılıp kapanır, tasvirler yaklaşık 50 cm civarındadır, daha çok komik ve güncel olaylar anlatılır. Oynatıcı perdenin arkasında bağdaş kurarak oturur, perdenin hemen altında yeni kesilmiş bir bambu gövdesi vardır, tasvirlerin gövdelerinde ise dibi sivriltilmiş bir çubuk dikilidir, oynatıcı tasvirlerin üzerine dikili olan dibi sivri sopaları bambu gövdesine saplar ve tasvirleri perdeye yaslar. Hangi tasviri konuşturacaksa o tasvirin kolundaki sopayı tutarak hareket ettirir ve konuşturur. Piphat adındaki orkestra da oynatıcıya eşlik eder. Tasvirleri oynatan ustaya Nai Nang adı verilir.

Güney Tayland’da Nakhon Si Thammarad şehrinde gölge oyunu ustası Suchat Subsin’in atölyesi bir müze haline getirilmiş ve çocukları tarafından hem tasvir yapımı hem de gölge oyunu oynatımı devam ettirilmektedir.




Suchart Subsin gölge oyunu müzesinden görüntüler.
(Fotoğraflar Emin Şenyer tarafından çekilmiştir, izinsiz kullanılamaz)

Phattalung şehri bizde Karagöz oyunlarının doğum yeri olarak bilinen Bursa efsanesi gibi Nang Talung gölge oyununun doğduğu yer olarak biliniyor. Phattalung’da gölge oyunu ustası Kittital Sornwong’u da atölyesinde ziyaret ettim ve fotoğraflar çektim.


Tayland Gölge Oyunu


Kittital Sornwong usta
(Fotoğraflar Emin Şenyer tarafından çekilmiştir, izinsiz kullanılamaz)

Kamboçya gölge oyunu

Kamboçya halkı (Khmerler) göksel dansçı Apsara Mera ve Prens Kambu evliliğinden Kamboçya Krallığının ve Khmer halkının doğduğuna, bu yüzden kültür ve sanatın Khmer halkının yaşamında çok önemli bir yer tuttuğuna inanırlar.  Kukla (gölge) oyunu, Kamboçya halkının kültürel ve dini kimliğinde özellikle önemli bir rol oynar.

Kamboçya’daki kuklacılığın tarihi pek çok yoruma açıktır. Hint kültürüyle olan ilişkisi inkar edilemez, ancak sanat biçiminin nasıl ortaya çıktığı ve daha sonra yerel geleneklere nasıl dahil edildiği hakkında bir bilgi yok.

Angkor öncesi bir taş yazıt, bir kadın kuklacı olan Kutakata’nın sanat ve belagat tanrısı Saraswati için dini bir törende performans sergilediğini anlatıyor. Bu, kuklacıların 9. yüzyıldan önce Kamboçya’da var olduğunu gösteriyor. Angkor Wat zamanında, alçak kabartma heykeller için kalıpların, üzerlerine delikler açılmış büyük deri parçaları kullanılarak nasıl yapıldığını anlatan başka bir hikaye daha var. Bir gün, bir zanaatkâr bu deri desenlerden birini tutarken balkona vuran güneş ışığına kapıldı ve iç duvarda büyüleyici bir gölge oluştu. Başka bir hikaye, bir Angkor kralının bir gün uşağının sarayın üzerinde kullanılan deri hasırlardan birini silkelediğini gözlemlediğini anlatır. Kaldırıldığında, ışık yüzlerce küçük delikten akar ve yerde güzel gölgeler yaratır. Bu masallardan herhangi birinin Sbek Thom’un doğumunu doğru bir şekilde tanımlayıp açıkladığı bilinmiyor, ancak bu formun Angkorian döneminde ortaya çıktığına dair yaygın bir inanç var.

Kamboçya’da bilinen üç gölge oyunu biçimi vardır; Sbek Thom, Sbek Touch ve Sbek Por. Tahta ve kil kuklaların varlığına dair kanıtlar da var ama bu tarzlar hakkında çok az şey biliniyor. Kamboçya’da, Endonezya’nın ünlü Wayang Kulit tekniğinden farklı olarak, üç tür gölge oyunu tek bir usta tarafından değil, bir grup sanatçı tarafından oynanır. Tasvirlere “Nanag Sbek” adı veriliyor, inek derisinden yapılıyor ve “Kandor” adını verdikleri bir ağacın kabuklarından elde ettikleri kahverengi boya ile boyuyorlar, boyamada tek renk hâkim, az kat sürülünce daha açık çok kat sürülünce daha koyu oluyor renkler. Geleneksel olarak tamamen erkekler oynatırken, bugün giderek daha fazla kadın bu sanat formuna dahil oluyor. Gösterilere Pin Peat Orkestrası eşlik ediyor. Tam bir Sbek Thom setinde 160 tasvir vardır ve tam bir gösteri yaklaşık 27 saat sürmektedir ancak bu uzunlukta bir gösterinin onlarca yıldır yapılmadığı ifade edilmektedir.

Sbek Thom Tasviri
Sbek Thom tasviri (Sovanna Phum Art Association in Cambodia – Secondary School Of Fine Arts)

Sbek Thom yaklaşık 1 mt yüksekliğinde yekpare tasvirlerin her iki tarafına monte edilen bambu çubukların oynatıcının yukarıya kaldırmasıyla hem oynatıcının dans etmesi hem de tasvirleri dans ettirmesiyle oynatılıyor. Bu esnada en tecrübeli yaşlı bir usta oturduğu yerden gösteride anlatılan, Ramayana’dan alınan öyküyü bir melodi ile anlatıyor, onun anlatmasının üzerine dansçılar dans edip tasvirleri oynatıyorlar. Yani oynatıcılar (dansçılar) bizim karagöz oyununda olduğu gibi tasvirleri konuşturmuyorlar, sadece dans ediyorlar, ortada yaklaşık olarak 10 mt X 5 mt büyüklüğünde bir beyaz perde var, bazen perdenin önünde bazen de arkasında dans ediyorlar. Aydınlatma, ekranın arkasındaki bir masanın üzerine yerleştirilmiş yanan hindistancevizi kabuğu yığınıyla yapılıyor. Seyirciler de isterlerse ekranın ön tarafına isterlerse de arka tarafına geçebiliyorlar.

Sbek Thom oynatıcıları (Sovanna Phum Art Association in Cambodia - Secondary School Of Fine Arts)
Sbek Thom oynatıcıları (Sovanna Phum Art Association in Cambodia – Secondary School Of Fine Arts)

Son zamanlarda Sbek Thom tarzı yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. 1980’den sonra, Sbek Thom setlerinin, Kamboçya’nın farklı yerlerinden kurtarılan dağınık tamamlanmamış setlere dayanarak yeniden yapılması gerekti. Kossal Mann gibi kişilerin çabalarıyla Sbek Thom hayatta kalmayı başardı ve yakın zamanda UNESCO tarafından somut olmayan ve sözlü kültür hazinesi olarak kaydedildi.

Khim meak
Ben Khim Meak ustaya bizim Karagöz Hacıvat’ı gösterirken

Kosal Mann usta bana tasvir yapımını gösterirken
Kosal Mann usta bana tasvir yapımını gösterirken

Sbek Touck (Küçük tasvir gölge oyunu) ise Ayang veya Nang Thalong olarak da bilinir ve Sbaek Thom ile karşılaştırıldığında Asya’daki diğer gölge kukla stillerine daha çok benzer. Sbaek Thom’dan çok daha küçük ve çerçevesiz olan bu popüler kuklaların eklemli uzuvları ve hareketli çeneleri vardır. Karakterler hem Ramayana’dan hem de çağdaş yaşamdan alınmıştır. Oyunlar geleneksel olarak yaklaşık 4 mt X 2mt ekran kullanılarak gerçekleştirilir. Oynatıcılar arkada oturuyorlar, Sbek Thom’da olduğu gibi ekran önüne çıkmıyorlar. Sbaek Thom’da olduğu gibi, Sbaek Touch performansına da bir Pin Peat orkestrası eşlik ediyor. Sbaek Touch’in hikayeleri, genellikle dinsel olmaktan çok dünyevidir. Diğer birçok geleneksel eğlence biçiminden farklı olarak Sbaek Touch, doğaçlama mizah ve politik yorumları popüler hikayelerle harmanlayarak daha geniş bir nüfusa hitab etmektedir. Tarihsel olarak köyden köye oynanan Sbaek Touch halk tarafından çok sevilmektedir. Sbaek Touch tekniğinin Kamboçya’da ilk ne zaman ortaya çıktığı bilinmiyor, ancak kayıtlar Siem Reap eyaletindeki Kampong Tayong köyünden geldiğini gösteriyor.

Achan Torng usta tasvir yaparken

Sbaek Por, Kraliçe Sisowath Kosamak Neari Rath’ın desteğiyle Chaktomuk döneminde (1859-1904) kuruldu. Bu kuklalar Sbek Thom’dan daha küçük ama Sbek Touch’dan daha büyük ve rengarenk boyanmaları ve gündüzleri ve ekran önünde oynamaları açısından benzersizdir. Bu kuklaların hareketli parçaları yoktur ve Wayang Kulit’in aksine içlerinde kesikler yoktur, sadece renkli resimlerle detaylandırılmış yüzeysel oymalar vardır. 2001 yılında Unesco’nun yardımıyla yeniden canlanmasına rağmen, şu anda Sbaek Por’un performansı yok.

Sbek Touch
Sbek Touch tasviri (Sbek Thom Ty Chean’s Troupe)

Ben 2023 yılının Temmuz ayında Kamboçya’ya gittim ve bazı ustalarla tanıştım, bu yazı da o ustalarla yapılan görüşmelerin sonucudur. Önce Phnom Penh’de Khim Meak’ı buldum ve onun gençlere gölge oyunu eğitimi verdiği Secondary School Of Fine Arts’a gittim. Orada yaşlı ustalardan Kosal Mann ile de tanıştım.(1)

İkinci olarak Siem Reap şehrinde Achan Torng ile tanıştım, Achan Tong’da bir okulda eğitim verdiğini söyledi ama ne yazık ki onun okuluna gidemedim.(2)

Üçüncü olarak ise 2000 yılında 83 yaşında vefat eden usta Ty Chean’ın adını taşıyan okula gittim.(3)

Ty chean
Master Ty Chean (Sbek Thom Ty Chean’s Troupe) Foto: Tomoko Fukutomi

Pin Peat Orkestrası

Pin Peat orkestrası Khmer kültüründe önemli yer tutan dans, mask tiyatrosu, gölge oyunu ve dini törenlerde geleneksel müzik icra eden bir orkestradır. Tamamen geleneksel çalgılardan oluşur, yapılan gösterinin veya törenin önemine göre dokuz veya on çalgı yer alabilir. Daha küçük gösterilerde ise dört veya beş çalgı yer alır.

Pin Peat Orkestrası çalgıları

Kong Toch
Kong Toch, iki sıralı olanı da var, onun ismi ise Kong Von Thom
Roneat Aek

Kamboçya gölge oyunuyla ilgili Türkçe tek kaynak Prof. Metin And hocamızın yazdığı “Dünyada ve bizde gölge oyunu” adlı kitaptır.(4) Bu kitapta da Prof. Metin And Kamboçya’ya gittiğini ama bir gölge oyunu sanatçısı bulamadığını ve hiç fotoğraf çekemediğini yazar. Umuyorum ki bu yazı ve fotoğraflar konuya bir nebze de olsa katkı sağlar.

1)Sovanna Phum Art Association in Cambodia – Secondary School Of Fine Arts, Phnom Penh, Cambodia

2)Khmer Angkor Puppetry – Salakanseng Village, Sangkat Svay Dangkum, Siem Reap, Cambocia (Achan Torng)

3)Sbek Thom Ty Chean’s Troupe – Sala Kanseng, Svay Dangkum, Siem Reap, Cambodia

4) Metin And, Dünyada ve Bizde Gölge Oyunu, Türkiye İş Bankası Yayını, Ankara 1977

Karagöz, Mimus ve Reich

Herman Reich adındaki bir Alman bilgininin bu yüzyılın başlarında yayımlanmış “mimus” üzerine anıt değerindeki büyük eserinin ayrıca bir kitap genişliğinde olan yedinci bölümü baştan aşağı Karagöz’e ayrılmıştır.(1) Bizim kültür tarihimizi yakından ilgilendiren Reich’in görüşlerinden Bizans Tiyatrosu ile Türk Tiyatrosu’nun benzerliklerine değinmesi bakımından bir kitabımda(2) kısaca söz açmıştım. Ancak bizi yakından ilgilendiren bu bölümün çok uzun sürecek çevirisinden vazgeçerek kısa bir özetini buraya çıkarmanın gerekli olduğuna inanıyorum. Hemen baştan belirteyim ki Reich’e göre Türkler Karagöz’ü Bizans aracılığı ile eski Hellen Mimus’undan almışlar, kendilerine uyarlayıp Türkçeleştirmişlerdir. Bu konuda kendi görüşümü en sona saklayıp sözü Reich’a bırakıyorum.
Mimus Bizans’ta Orta Çağ’ın sonlarına kadar sevilmiş, yaşamıştı. Bizans’ın çağdaş yaşayışını yakından izlemiş ve onu canlandırmıştı. Mimus sonraları Hristiyanlık ve Kilise dünyasında çıkan bütün kavgalara katılmış, çekinmeden rahip ve rahibeleri sahneye çıkarmıştı. Tıpkı Türklerin eline geçen İstanbul’da da olduğu gibi, Hellen Bizans’ın çarşı yerinde kaynaşan türlü yerlerden gelme, türlü sınıf ve uğraştan, ulus ve ırktan insanları sahneye çıkarırdı. Bizand Mimus’unun çizdiği Arap ve Ermeni kişileri de bize bildiren kaynaklar vardır. Bu Bizans’lı mimus, Hellen mimusu gibi çağdaş dünyayı canlandırıyordu. Nasıl İskenderiye çağı Mimus’u kalıp değiştirerek Latin dünyasında yeniden doğmuş ise Bizanslı Mimus’da Bizans’ın sonunda az rastlanan olağanüstü bir gelişim ve değişim geçirerek bu yeni biçimiyle bizim çağımıza kadar yaşayabilmiştir.
Müslüman Doğu’da ve Türklerdeki Karagözün, Almanların Kasperl oyununa ve Commedia Dell’arte’ye, Aristophanes’in komedyalarının kaba sahnelerine, Arlecchino, Pulcinella, Scappino ve Turlupin’e, Macarların Paprike-Janesine benzediği ileri sürülmüştür. Yalnız Karagöz bunlardan daha yüksektir, Commedia Dell’arte düzeyine yaklaşır, ondan aşağı da pek düşmez.
Arabistan, Mısır, Tunus, Libya ‘da da çok sevilen, Doğu İslam’ı birleştiren bu halk oyununun kaynağı acaba nedir? Şimdilik Hindistan, Endonezya, Çin ve Japonya’yı saymazsak, bütün bu bölge gerçekte tiyatro oyunlarından yoksun bir bölgedir. Hayal oyununun Çin, Japonya, Siam ve Endonezya’da özellikle Cava’da öteden beri bulunduğu göz önünde tutularak Karagöz’ün Uzak Doğu’dan geldiği görüşü benimsenmiştir.(3) Fakat bunun için en küçük bir kanıt ileri sürülmemiştir. Tersine, Jacob Doğu Türklerinin Karagöz’e sahip olmadıklarına ilgimizi çeker.(4) Bu durumda tek çözüm Karagöz’ün Türk halkının alaycı ve dramatik anlamını içinde toplayan bir Türk buluşu olduğudur. Doğu’da yaşayan başka hiçbir İslam ulusu, en ilkel bir biçimde de olsa hiçbir tiyatro edebiyatına sahip değildir.
Bizans’lı Mimus’un biçim değiştirip Karagöz oluşu Bizans imparatorluğunu Türkler yüzyıllar boyunca gitgide ele geçirirken Bizans’lı Mimus’un bu imparatorlukta parlak bir yaşayışı vardı. Bugün Karagöz’ün onu bağırarak alkışlayan halk karşısında, oyunlarını gösterdiği bütün Türk kentlerinde eskiden Mimus tuhaflıklarını yine yapıyordu. Bu kentlerde Karagöz Hellen Mimus Geloios’un (Nükteliler Mimusunun) yerini almıştır. Nasıl bin beş yüz yıl önce Romalılara giderek orada Latinceyi öğrenmişse Türkçeyi de öylece öğrenmiştir. Hellen’lerin Mimus’u dansları, hareketleri, davranışları ile onlara doğrudan doğruya seslenebilmiştir. Romalıların ve Gothların ilgisini kazandığı gibi Türklerin ve padişahlarının da alkışlarını toplamıştır. Bizanslı Mimus oyuncuları bunu hazırlamak için uzunca bir süreden yararlanabilmişlerdir. Çünkü Bizans ve Türk devletleri yan yana yaşamış ve ancak 1453’te Bizans Türklerin eline düşmüştür. Bu tarihten sonra İstanbul nasıl önceleri Mimus sanatının başlıca merkezi olmuşsa şimdi de Karagöz sanatının merkezi olmuştur. Karagöz böylece aralıksız duraksız Mimus’un ardılı oluyor. Ayrıca bir de kanıta sahibiz. Manuel Pleologos, Türk padişahı Sultan Beyazıt’ın sarayına elçi olarak gidince orada birçok Hellen Mimus oyuncularıyla karşılaşmıştır. Bunlar Türkçe konuşmayı öğrenince Mimus’da Karagöz olmuştur.
Mimus’un belirtisi phallus’u gerek eski Yunanlı gerek İskenderiyeli gerek Bizanslı Mimus’ta buluruz. Phallus’u türevleri olan eski komoidos, phlak, komedya oyuncusu Atellana Latin Mimus oyuncusu taşıdığı gibi Karagöz de taşır. Giyimi de Mimus’a benzer. Kısa dar ceketi Yunanlıların kısa exomisi gibidir, onların örgüsü yerine dar bir pantolonu vardır. Kolları da eski Mimus’da olduğu gibi çıplaktır. Başında ise Müslüman olması bakımından bir başlığı vardır. Bu kadarcık bir ayrılığı Romalılarda da buluruz. Nitekim Romalılar da Latin Stupidus’unu Stupidus Graecus’dan bazı Latin belirtileriyle ayırırlar. Fakat bu başlığın şöylece bir ilginçliği vardır; Karagöz’ün kafasının arkasına bir eklemle takılmış olup gerekince geriye devrilebilir. Pataklamalarda bu düşünce kafasının ustura ile traş edilmiş olduğu görülür. Karagöz de tıpkı Stupidus Graecus gibi moros phalakros’dur yani kel ve çıplak kafalıdır. Bundan başka İran’ın güldürücü kişisi Keçel Pehlivan’ın kelliği kalıcı bir özelliktir. Hangi kişiliğe bürünürse bürünsün hep başı traşlıdır. Kitabına aldığı Karagöz’den bir sahne aslanla güreşen Köroğlu’nu gösterir. Hellen miğferi, Yunanlı sandalları, dizlerine kadar çıplak baldırları, göğsüne yapışık dar zırhı ile Köroğlu Herakles’tir.
Karagözdeki Hellen Mimüs’u tipleri – En değişmez kalıcı kişilerden Karagöz ile Hacıvat’tan Karagöz gerçek bir Mimos Geloios’tur. Yunan – Romalı Sannio gibi Karagöz de gerçek halk nüktesinin, halk alaycılığının, halk şakasının elle tutulur bir biçimidir. Hacıvat’ı Commedia Dell’arte’deki Dottore’ye benzetenler olmuştur.(5) Rumca efendi, skolastikos (okul görmüş) karşılığındadır. Philistion’dan beri stupidus skolastikos olarak ortaya çıkmasını sever. Scholastikus ise Atelle komedyasının Dossennus’unun, Commedia Dell’arte’nin de Dottore’sinin karşılığıdır. Dottore, okumuşluğu olmayan Karagöz’e doğru konuşmasını öğretir, görgü üzerine ders verir, ve gerçek bir Stupidus olduğu için Karagöz’den bol bol kötek yer.Bu gülünç çiftin, bu Sannio ve bu Stupidus’un çevresinde bütün öteki kişiler toplanır. Onlarda da Mimus’taki kişilere şaşırtıcı bir benzerlik buluruz. Reich bunu varlıklı bir köylü gibi almış, kentlilerin onu kandırdığını söylüyor. O, köy yaşamının bir takım ahlak ilkelerini ileri sürdüğü halde bunları kendisi uygulamaz. Bunu Mimus’taki Agraikos’a, Rusticus’a benzetiyor, doğrudan doğruya Bizans Mimusundan alındığını söylüyor. Reich Tellal’ı , çığırtkanı da ikinci alaycı, Mimus’un Secundarum Partium’u olarak görüyor. Aslında Karagöz oyunlarında çok görülmeyen Tellal’ı Reich Catallus’un yazdığı “Phasma” başlıklı Mimus’taki Praeco’ya ve başka örneklere benzetiyor. Reich, Karagöz’de, Hellen ve Romam Mimuslarında olduğu gibi, haydutların da bulunduğunu, bunların çoğu zaman Arnavut olduklarını, zengin zorbaları soyup, kadınlara kibar davranan, onları kaba kocalarından kurtaran soylu kişiler diye tanımlıyor.
Karagözde satıcı, meyhaneci, kahveci, tacirler de bulunur, bunlar Hellen Mimus’unun Kpeloi (satıcı) ve Emporoi (tacir) ini andırır. Bizans Mimusunda Khorikios’un satıcıları, sucukçuları, dükkancıları saydığını da unutmayalım. Novius’un iki Atella komedyasının başlıkları da meyhaneci (copo) Maccus ve küçük rençber (cerdo) idi. Karagöz’de dilenci ve dervişler de bulunur, bunlar da Hellen dünyasındaki örneklere uyar. Pasqui’nin yayınladığı Atella komedyasında dilenciler, ayrıca tapınak bekçisi rahipler vardır. Dervişin zikri ahlak sözleri, fikri ise hiç değilse Karagöz’ünkü kadar şehvet olduğu gibi, Mimus’taki Augur ve Aruspex’lerin de ahlaklarının pek yüksek olmayacağını söylüyor Reich. Hacıvat’ın yanında bazen de küçük oğlu belirir. Onun babasına benzerliği Mimus’da da vardır. Pasqui’nin Atella komedyası resimlerinde birçok Mimus’lar buluruz. Bir de Novius’un Bucculo’su yani küçük Bucco’su vardır. Rum, Yahudi, Ermeni, Arnavut, Laz, Acem gibi çeşitli ulusal tiplere gelince bunlar da Laberius’un Gaetulia’larını, Gallia’larını, Girit’lilerini, Etruria’lı kadınını, Pomponius’un Campania’larını, Alpler ötesi Gallia’larını, Pometia’lı erleri düşündürür. Ermeni, Arap, Yahudi de Yunan ve Bizans Mimus’unda bulunur.
Karagöz’de kadınlar da sık sık görünürler. Bunlar arasında namuslu ev kadınları da vardır. Von Luschan’ın topladığı ve yayınladığı Karagöz tipleri arasında on kadın buluruz. Bunlar arasında iki çengi, açık saçık bir genç kadın, elinde çiçeklerle kadıya gelip sarhoş kocasından boşanmak isteyen Bekri Mustafa’nın karısı, ata binmiş, başında Frikya kukuletesi bulunan ve Hacıvat’ın karısı olduğu söylenilen kadın. Daha başka kadınlar da vardır. Burada Reich’in öne sürdüğü kanıt oldukça kuvvetli görünüyor. Çünkü kaç-göçe yer veren Doğu’yu, Karagöz seyrederken unuturuz, bu Türk yaşayışından çok Hellen yaşayışını yansıtır. Hellen Mimus’u Yunan komedyasından değişik olarak aile yaşamının en gizli yönlerini, özelliklerini ortaya döker, ev kadınlarını sahneye çıkarır, evli kadınların gizli sevişmelerini anlatır.
Gene Mimus’ta olduğu gibi Karagöz’de de türlü hayvanlar vardır. Karagöz nasıl eşeğiyle türlü oyunlar yaparsa Yeni Komedyanın sevilen bir oyununun başlığı da “Eşekçi” (ogagos) dir. Köpek de öyle. Bir Karagöz oyununda Karagöz’ün geneleve yaklaşması üzerine köpeğin onun erkeklik aygıtını koparması sahnesi Petronius’un bir sahnesinde tıpkısına vardır. Her ikisinde de korkunç yaratıklar yer alır. Mimus’taki Mania’sı Pomponius’un Pytho Gorgonius’u gibi hayvanlar Karagöz’de korkunç yılanlar, ejderhalar biçimindedir. Her ikisinde bunlar ahlak ilkelerinin bekçisi gibi kişileri cezalandırırlar.
Tipler dış görünüşleriyle olduğu kadar, davranışları, sözleri, şarkıları, dansları, yüz buruşturmaları, kötek sesleri, tokat şakırtıları, itişip kakışmaları, tekmeleriyle de birbirlerine benzerler. Dil de Mimus’a uygun bir dildir. Sophron ve Teokrikt, Herondas, Laberius, Pomponius ve Novius’da rastladığımız kaba deyişler, Philistion’un “Philogelos” (Gülmeyi seven) oyunundaki halk dilinin kaba deyişleri gibi. Bu kabalık kuralından tek ayrıklama gerek Yunanlılarda gerek Romalılarda Prologos – Öndeyiş’dedir. Bu edebî Yunanca ve edebî Latince iledir. Karagöz’de de böyle. Bundan başka yer yer serpiştirilmiş şiircikler de bu seçkin dildedir. Hacıvat’ın efendice Türkçesi ile Karagöz’ün halk dili arasındaki karşıtlıktan doğan güldürücü, tuhaf anlaşmazlık da Mimos İneptiae (Mimus saçmalamaları) dan başka bir şey değildir. Atella komedyasında ve ve Mimus’daki Dicteria ve Dictobolaria alaylı sözler, yergiye benzer açık saçık hikayeler ve kelime oyunları da vardır. Gene Atella komedyasında ve Mimus’takine benzer utanmazlıklar, soyunukluklar bulunur. Bunun gibi Atella komedyasındaki ve Mimus’taki gibi derin anlamlı atasözlerine, tabiat felsefesi üzerine kalıplaşmış deyişlere rastlarız. Karagöz’de görülen gülünç dolaplar, fırıldaklar, kandırmacalar tıpkı Atella komedyasındaki Triace gibidir. Petronius’un sözünü ettiği Artes Mimicae (Mimus’taki hileler) gibisinden başkalarının duygularını hiçe sayma da bunlardandır.
Yaşam ve ahlak bilgesi olarak. Mimus’taki gibi siyasal anıştırmalar. – Mimus gibi karagöz oyunu da günlük anıştırmalar yapar. Hükümet yetkisi karşısında kamuoyunu temsil eder. Buna en güzel bir kanıtı Karagöz’ün çıkışı üzerine Trablus’da halk arasında çıkan bir söylentide buluruz: “Uzun zaman önce İstanbul’da bir adam yaşıyordu: Paşaların ve öbür büyüklerin, kötü, bozuk yönetimini gördükçe üzülürdü. Buna bir çözüm düşünüp aradı. Padişahın karşısına çıkıp gözlediği olayları ona doğrudan doğruya kendisinin bildirmesinin yolu kapalı olduğu için bir hayal oyunu kurmaya karar verdi. Padişahın bu yeni buluş üzerine bilgi edinerek gösterilere geleceğini umuyordu. Bu umudu boşa çıkmadı. Padişah, açık saçık hikayeleriyle halkı eğlendiren ve alkışlar toplayan Karakus oyunu üzerine bilgi alır almaz tiyatroya geldi. Tabii o gece Karakus açık saçık hikayelerden çok daha başka şeyler anlattı. Padişahın, vezir ve valilerinin yolsuzlukları üzerine gözü açıldı. Bunların birçoğunun işine son verdi, onları cezalandırdı. Karakus’un bulucusu ise vezir oldu. Bu yeni işinde artık temsilleri bir arada yürütemezdi. Fakat bu temsiller halkın öylesine hoşuna gitmişti ki başkaları onun yerine geçti ve oyun gitgide Türklerin yönetiminde bulunmuş ve bulunmakta olan bütün ülkelere yayıldı.(6) Karagöz bir yergicidir. İstanbul’daki yetkili kurumlar onu hesaba katmak zorundadırlar. Çünkü Karagöz halkın sevmediği yönetim kararlarını eleştirebilir. Nitekim Champfleury’de(7) rastladığımız bir örneğe göre karagöz yüksek görevliler önünde oynatılırken, Karagöz yasak bir bahçe önünde içeri girmekte direnen eşeği ile konuşur ve “Dur, dur hele, ben sana Türkiye’de nasıl ilerlenildiğini göstereyim de gör” diyerek hayvanın arkasına geçer ve utanmasız bir biçimde iteler. Cezayir’de Fransız yöneticilerine ve genel olarak Fransızlara karşı bir savaş açmıştı, orada temsiller yasak edilmişti çünkü Fransız ordusuyla durmadan alay ediliyordu. Kendisini sorguya çekmek isteyen Mareşal Bugeaud’u bir Karagözcü bıçaklayarak öldürmüştür. Bu oyunlarda şeytan hep Fransız kılığında gösterilirdi. Böylece Karagöz halkın kendini ezenlere karşı duyduğu kini dile getiriyordu. Nasıl ki eskiden Hellen büyüklerinden çoğu Mimus’u korudularsa Türk büyükleri de birçok durumlarda Karagöz’ü öyle koruyorlardı.(8)
Tıpkı Hellen Mimus’u gibi Karagöz de ahlak ve yaşam bilgesidir. Hellen Mimus’u kendi çağının kültürü ve eski zaman halk yaşayışı üzerine çok şey öğretiyordu. Jacob, aynı özelliği Karagöz’de bulmuş, onu Tük kahvelerini, hamamlarını, sokak yazıcılarını, çeşitli ulusların karışımı üzerine bilgi veren tam bir folklor kaynağı olarak görmüştür. Bu yaşamı tanıtırken bunun kirli, kötü, yolsuz yönlerini de bildirir, olayları oldukları gibi açıklamaktan çekinmez. Bu yüzden tıpkı Mimus için olduğu gibi Karagöz’ün de ahlaklı ve ahlaksız olduğu üzerine tartışmalar olmuştur. Nitekim Charles Rolland onu ahlaksızlıkla kınamıştır. Hatta onu Türk ulusu için bir ölüm tohumu, bir mikrop olarak görmüştür. Fakat bu tohum Türkiye’de beş yüz yıl yaşamıştır. Hellas’ta ise iki bin yıldan daha uzun bir zaman. Onu koruyanlar ise utanmazlığına, açık saçık hikayelerine, phallusuna rağmen Orta çağ güldürmeceleri veya Aristophanes komedyaları gibi ahlaksızlıktan uzak bulmuşlardır. Khorikios’un Mimus oyunlarının ağırbaşlı, ahlaklı sahneleri olduğuna ilgiyi çekmesi gibi Von Luschan da saygın Karagöz oyunlarının varlığına değinir. Theophrastes’in tanımı Hellen Mimus’una olduğu kadar Karagöz’e de uygun düşer. Mimus yaşamın bir benzetmesidir, yapılmasında çekince olmayanları gösterdiği gibi çekince olanları da bir arada gösterir. Karagöz oyunları ne denli uygunsuz, utanmasız oyunlar olsa gene de hiçbir zaman halkın ahlak duygusuna aykırı değildir, ona karşı gelmezler. Karagöz öndeyişlerinde Karagöz oyunlarının asıl ustası Şeyh Küşteri bu oyun yoluyla halka bilgi vermek ve onu eğitmek istediğini belirtir. Ahmet Vefik Paşa Kunoş’a gençliğindeki Karagöz oyunlarının tam ahlaka uygun iken sonradan bozulduklarını söylemiştir. Heinrich von Maltzan da Karagöz’ün savunmasını yapar. Hayalci oyunun değerine, ders vericiliğine inanır. Öndeyişte dünyanın bir gölge olduğuna ilgiyi çeker, hayal oyunu da gerçeği temsil etmektedir, öğretici yönü vardır. Yunan Mimus’u da kendisine Biologos (Yaşam bilgesi) adını vermiştir. Reich burada Yunan Mimusundan örnekler veriyor.
Mimus’un bir özelliği de üzüntüleri yatıştırmak, kahkahalara boğup avutmaktır. Hacıvat’ın Karagöz’ü oyun başında tanıtışı da buna uyar.
Hypothesis (konu, konunun bildirilişi Mimus ve Karagöz’de aynıdır. Prologos (öndeyiş), canticum (gazel, şarkı) – Her Karagöz oyunu tıpkı Mimus gibi bir Prologos, öndeyişle başlar. Bu arada Bizanslıların Hypothesis’indeki gibi her türlü şarkı bölekleri söylenir. Her kişi kendisini şarkı ile tanıtır. Kilise babaları Bizans’ta her şeyden çok Mimus’taki bu Cantica (gazel veya şarkı) ya saldırmışlardır. Çünkü bunların çoğunun konuşu aşktır, Karagöz’de de böyledir.
Mimus ve Karagöz’ün konuları – Konular da Mimus’un konularına çok benzer. Reich, Karagöz’ün “Sahte Gelin” ile Pomponius’un “Gebe Kız” (Gebe Bakire) Virgo Praegnani başlıklı oyununu karşılaştırıyor. Başka örnekler de veriyor, genelev, çöpçatanlar, cinaedologia gibi konular “Mahalle Baskını” oyunu ile büyü, efsun gibi konular da “Şeytan Dolabı” oyunu ile Mimus’taki karşılıklarını gösteriyor. Hellen Mimus’undaki yaşam ile ölüm, yaz ile kış, su ile şarap, iyi sözen ile kötü sözen (hatip) arasındaki yarışma gibisinden agon (yarışma) konusunu Karagöz’de de buluruz. Karagöz’ün aşıklığındaki şiir yarışmasındaki gibi. Karagöz’ün kibar, yüceltilmiş lirik şiirleri kendine vergi bir üslupla değiştirmesi de Hellenlerde gerçekçi Mimus’un yüceltilmiş şiire karşı çıkmasında belirir, sevilirdi. Nasıl mitolojik Mimus yüceltilmiş kahraman efsanesi gülünç, gerçekçi bir karikatür durumuna sokuyorsa, lirik Mimus da kibarların lirik şiirinin kılığını öyle değiştirir.(9) Aristophanes de “Kurbağalar” da şiir yarışmasında Aeschylos’un, Euripides’in Monodia’sını alaylı bir biçimde taklideder. Bu yarışmalarda Aristophanes’de Dionysos, Karagöz’de de Hacıvat iyi birer dinleyicidirler. Reich, Karagöz “Hubbe Hanımın evlenmesi” ile Mimus’ta Laberius’un “Düğün”ü, Pomponius’un “Pappus’un Gelini”, Karagöz’ün “Balık Avı” ile Sapron’un “Ton Balıkçısı”, gene Saphron’un “Balıkçı’sı , Theokritos’un “Balıkçılar’ı”, Pomponius’un “Balıkçılar’ı”, Laberius’un “Balıkçılar’ı”, Karagöz’de “Hamam” ve “Kanlı Kavak” oyunlarına karşı Laberius’un “iyi eden su kaynağı” ile Catallus’un “Hortlak” oyunları gibi.
Reich şurasını önemle belirtiyor: Karagöz ile Mimus aynı olmakla beraber birisinin bir kukla oyunu, ötekinin de sahnede oynana bir dram olduğu unutulmamalıdır. Türk Karagöz’ü üstün Mimus örneklerinden Philistion ve sonraki Bizanslı Mimus yazarlarının eserlerinin etkisi altında kaldığı için ne kadar bozulursa bozulsun gene de üstünlükleri kalırlar. Buna karşılık Tunus’taki Karagöz kaba ve beceriksiz bir oyundur.
Kukla oyunu olarak Yunanlı Mimus – Acaba Türk hayalcisi Mimus’u alıp bunu kukla oyununa mı çevirmiştir? Reich’e göre hayalciden birçok yüzyıl, hatta belki iki bin yıl önce Dionysos tiyatrosunu ele geçiren Yunanlı Mimus aynı zamanda kukla tiyatrosu düzeyine inmiştir. Nitekim Xenophon’un “Şölen”inde baş Mimus, Mimus danslarından başka kukla da gösterirmiş. Eflatun, Aristoteles ve başka yazarlar da kukla oyununa değinirler. Bu bölümde Reich, Yunan kuklacısının varlığı ve özellikleri üzerine çok geniş bilgi veriyor, kaynaklar gösteriyor. Kilise babalarının ara sıra kukla oyununu andıklarını ve bunun özelliği üzerine geniş bilgi veriyor. Bizans çağının yazarlarından örnekler üzerinde de durarak Mimus gibi kukla oyununun da Bizans’ın çöküşüne kadar sürdüğünü belirtiyor. Ve çeşitli Avrupa ülkelerinden örnekler vererek kuklanın hep büyük sahneyi taklit etmiş olduğu sonucuna varıyor. Sonuç olarak Bizanslıların Mimus’u yalnız büyük sahnede değil kukla tiyatrosunda da oynanmıştır, Mimus’dan daha yaygındı, Mimus’un büyük yortularda oynanmasına karşılık kukla her vakit oynanabilirdi. Türk hayalcisi de kukla oyununu doğrudan doğruya Mimus’tan değil, Yunanlı kuklacıdan almıştır. Türk hayalcisi kuklasını Türkçe konuşturmuş, kılığını Türkleştirmiştir. Karagöz’ün oyunları Bizans kukla oyununu da açıklar bize, Bizans kukla oyununun oyunları da Mimus tiyatrosunun karşılığıdır.
Karagöz ile Pulcinella. Bizans Mimus’ile Commedi Dell’arte – Karagöz’ün baş kişisi nasıl Karagöz ise, Avrupa kuklasınınki de Punicinella’dır. İkisi birbirlerine çok benzer. Zaten tanıklar da bu benzetmeyi yapmıştır. Maltzan, Revillod, Jean Lux, Kunoş gibi. Reich de bu benzerliklere örnek veriyor. Punc ile de aynı benzerlikleri kuruyor. Bu benzerlikler gene ortak bir kaynaktan geliyor. Bizans’ın çöküşü ile İtalya’ya giden Bizans bilginleri yeni bilim ve şiir çağını açmıştır, tam o sırada İtalya’da seyirlik halk oyunları yeniden canlanmıştır. Bu gelişigüzel bir rastlantı olamaz. Pulcinella da İtalyanlaştırılmıştır. Bizans Mimusundan başka bir şey değildir. Böylece dünya tarihinde üçüncü olarak Yunan Mimus’u Bizans’ın ele geçirilmesinden sonra İtalya’ya göç etmiş oluyor. Orta Çağ boyunca hastalıklı bir yaşamı olan Latin Mimus’unun kalıntıları içinde yerini almış, Commedia Dell’arte olmuştur. Ve bunun üzerine kanıtlar veriyor. Böylece Renaissance yalnız kibar, soylu eski Hellen klasik şiirinin yeniden doğması değil aynı zamanda Hellen halkının Mimus’unun da canlandırılması demek olmuştur.
Karagöz ile eski Attika komedyası – Bu arada Karagöz’ün phallusu ortaklaşa paylaştığı Attika komedyasına da büyük benzerliği vardır. Nitekim Aristophanes’in komedyalarında öteden beri göze çarpan bir özellik şudur: Komedyanın konusu olan hikaye (fabula) sona erdikten yani parabasis’den sonra birbiriyle pek sıkıca bağı olmayan ve çeşitli halk tiplerini sunan birtakım sahneler birbirinin ardından gelip eklenirler. Bunlar fabula’nın tek bir güldürücü fikir çevresinde toplanan kendi bölümleri değildir. Baş kişi bunlarla alay eder sırayla. Onları pataklar. Karagöz’de de bunun tıpkısını buluruz. Reich örnekler veriyor. Örneğin “Kayık Oyunu”, “Salıncak Oyunu”, “Yazıcı Oyunu”’nda olduğu gibi Karagöz ile Hacıvat beraberce bir iş tutmaya karar verirler, birçok kimseler başlarına üşüşürler. Aristophanes’in “Kuşlar”’ında baş kişiler Kuşlar Devleti’ni kurarlar, birçok kimseler gelir, bu kuruluşa katılmak, ondan faydalanmak isterler. Reich başka örnekler de veriyor.
Attika komedyası ile Karagöz arasındaki bu benzerlik nereden gelir? Eski Attika komedyası oyuncusu en eski Hellen Mimus’undan Phallus’u aldığı gibi, karagöz de Bizans Mimus’undan almıştır. Birbirine gevşek bağlanmış sahnelerle Karagöz’dekilerin birbirine benzerliği gene aynı ortak kaynaktan, Mimus’dan geliyor. Karagöz’ün sokak yazıcı olması Khorikios’a göre Bizanslı bir tiptir. Reich daha da ileri gidiyor Uzak Doğu’ya Cava’ya benzerlikleri de gene Hellen Mimus’cularının uzağa yolculuk yapmış olmalarıyla açıklıyor. İngiltere’ye, Rhein’a, Fırat’a, Nil’e kadar gitmiş olan Mimus oyuncuları niye Endonezya’ya gitmiş olmasınlar? Semar’ın, Hellen Mimus’un benzerliklerini sayıyor. Gerçi oralarda cava kukla oyunu tanrılar, kahramanlar gibi ciddi konularla uğraşır, ancak Yunan mitolojik Mimus’unda bu da vardır. Ancak Reich, Karagöz’ün Mimus’dan geldiği görüşünü bütün Asya için aynı kesinlikle söyleyemeyeceğini de belirtiyor.
Reich’in görüşünün dayandığı noktaların özeti aşağı yukarı bunlar. Reich gibi bir incelemecinin görüşlerinin sağlamlığı, kandırıcılığı Mimus’u çok iyi tanımasından geliyor. Anak şurasını unutmayalım ki Reich’in kitabının yayınlandığı 1903 yılında Karagöz çalışmaları bugünkü kadar ilerlememişti. Reich’in başvurduğu basılı Karagöz metinleri sayıca çok azdı. Ritter’in 28 oyunluk üç büyük cildi henüz yayınlanmamıştı. Reich’in elindeki kaynakların azlığının doğurduğu sonuçlar iki ayrı yoruma uğrar. Denebilir ki Reich şimdiki bol sayıda kaynakları tanısaydı görüşünü çok daha iyi savunabilir, daha bol örnek verebilir, kesin bir sonuca varabilirdi. Öte yandan denebilir ki tam tersine az sayıda örnekle Reich görüşünü zorlamış, kaynakların yetersizliğine bakmadan çabuk genellemelere varmış, sonuçlar çıkarmıştır. Nitekim Karagöz’de çok geçici bir kişi olan Tellâl’ı önemli bir kişi gibi görmüş, Bekri Mustafa kişiliğini de yanlış tanımlamıştır. Yeterince metin tanısaydı bu genellemeleri yapmayacaktı. Ancak Reich’in açtığı bu çalışma alanı bir incelemeci beklemektedir. Mimus’u en az Reich kadar tanıyan bir incelemeci bugün elimizde geniş sayıda bulunan Karagöz metinleriyle ya Reich’in görüşlerini doğrulayacak ya da onları çürütecektir.
Reich’in görüşlerinde çürük bir nokta da kukla ve gölge tiyatrosu ayrımıdır. Bütün çabasını Yunan’da ve Bizans’da kukla oyunu olduğunu göstermeye ayırmıştır. Kaldı ki Bizans’da kukla oyununun varlığı da kesin olarak gösterilmiş değildir. Oysa, konumuz bundan çok ayrı olan gölge oyunudur. Osmanlı’ların daha başlarda bile birden çok gölge oyunu ile gene birden çok kukla oyunu olduğunu biliyoruz. Türklerin hiç değilse bu işin tekniğini ya kendileri bulmuş ya da Asya’dan almış olacağı görüşü gene de benimsenecek en sağlam görüştür. Gerçi Evliya Çelebi’nin Karagöz’ün kişiliği üzerine verdiği bilgi Reich’in görüşlerini doğrular gibi gözükürse de Reich’in bütün değerli görüşleri ve çalışması Karagöz’ün Bizans Mimus’undan alındığını ispatlayacak yeterlikte değildir. Etkiden çok, iki uygarlık arasında benzeşmelerin – o da karşılıklı olarak – sözü edilmelidir.
Metin And, Türk Dili Dergisi sayı 144, 1 Eylül 1963

Karagöz ve Hacıvat Oyunlarının Tarihçesi

Karagöz Kuklaları

Ferhat ile Şirin oyununda Şirin'in köşkü - Emin Şenyer yapımı
Sirin’in Köşkü Emin Şenyer yapımı

Konuya başlamadan önce “gölge oyunu” terimini açıklamak gerekir. Deriden yapılan tasvirlere arkadan ışık vurmasıyla beyaz perdede görüntüler belirir. Eğer tasvirler şeffaf ise perdedeki görüntü tasvirin gölgesi değil kendisidir, eğer tasvir şeffaf değil ise perdedeki görüntü gölgedir. “Türk Gölge Oyunu Karagöz” tekniğinde yapılan tasvirler özel olarak yarı şeffaf olarak tabaklanmış derilerden yapılır ve şeffaf boyalarla boyanır. Tasvir perdede durduğu sırada arkadan ışık verildiğinde tüm renkleri ile tasvirin kendisini görürüz, bilindiği gibi gölgenin rengi olmaz, biz perdedeki tasviri renkli olarak gördüğümüze göre tasvirin gölgesini değil kendisini görmüş oluruz.
Gölge oyunu tekniği Güneydoğu Asya ülkelerinde çok yaygındır, bazı ülkelerde yapılan tasvirler şeffaf değildir, bu yüzden onlarda görünen görüntü tasvirin gölgesidir ama Türk Gölge Oyunu Karagöz tekniğinde “Gölge Oyunu” terimi durumu tam olarak doğru açıklayamamaktadır. Ancak yüzyıllardan beridir “gölge oyunu” tanımı kullanıldığı için bu yazıda da aynı tanım kullanılacaktır.
Gölge oyunu tekniğinin Güneydoğu Asya ülkelerinden çıktığı konusunda tüm otoriteler hemfikirdir, bazı araştırmacılar camın henüz icat edilmediği devirlerde Çin’de pencerelere kağıt yapıştırıldığı için geceleri evin içinde ışık yandığında pencerelere vuran gölgelerin o zamanki sanatçılara ilham verdiğini yazarlar.(1)
İkinci görüşe istinaden Dr. Jakop, Çin gölgeleri, yani hayal ilk defa milattan evvel 121 tarihinde Vu adındaki Çin imparatoru zamanında ortaya çıkmıştır. İmparator Vu’ya ölen eşinin hasretini gidermek için bir oyuncu, bir perde arkasında onun hayalini göstermiştir yazar.(2) Bunların haricinde Hindistan veya Cava adasından çıktığı görüşleri de vardır(3)

Sonuç olarak Çin, Hindistan veya Cava adası hep aynı bölgede olan yerler, dolayısıyla “Gölge Oyunu” tekniğinin Güneydoğu Asya ülkelerinden çıktığı genel kabul gören bir görüştür. Zaman içinde Asya’da yayılan gölge oyunu Türk göçleriyle batıya doğru yayılmıştır. “Şurası muhakkaktır ki, gölge oyunları Çin ve Orta Asya’dan Türkler vasıtası ile önce yakın doğuya, daha sonra da Mısır’a ve Balkanlara getirilmiştir.”(4)

Gölge oyunu tekniğinin Türk toplumunda nasıl ortaya çıktığı ve Karagöz olarak biçimlendiği hakkında çok değişik görüşler vardır. Bu görüşleri sırasıyla inceleyelim.

Karagöz oyunlarının ortaya çıkışı hakkında en yaygın olarak bilinen bilgi Bursa’da Sultan Orhan döneminde Ulu Camii’nin yapımı esnasında Karagöz’ün demirci ustası, Hacıvat’ın ise duvarcı ustası olarak çalışırken yaptıkları şakalara diğer işçilerin gülmeleri yüzünden inşaatın yavaş ilerlemesi, bu yüzden de padişahın bu iki kişiyi cezalandırarak idam ettirmesi söylentisidir. Daha sonra yaptığı işten pişman olan padişahı avutmak için Şeyh Küşterî’nin başından da sarığını çıkarıp gererek, ayağından çıkardığı çarıkları ile bu ikilinin şakalarını canlandırdığı söylenir. Bu düşüncenin toplumumuzda çok yaygın olmasının nedeni Karagöz oyunlarının bu şekilde ortaya çıktığı yolunda okullarda öğrencilere verilen bilgidir. Bu bilginin dayanağı ise Bursa’da Çekirge yolunda bulunan bir kitâbedir, bu kitâbe hakkında Selim Nüzhet Gerçek’in yazdıkları çok dikkat çekicidir; “Hazır Bursa’da iken Karagöz’ün kabrinden de bahsedelim. Eskiden beri Bursa’da halk arasında Karagöz’ün kabrinin Çekirgeye giden yok üzerindeki mezaristanda olduğu rivayeti mevcut imiş. Hayâlî Mustafa Tevfik Efendi isminde bir zat ve Bahri dergâhı şeyhi bu rivayetten başka ellerinde hiçbir delil olmadığı halde 1892 (H. 1310) tarihlerinde Karagöz namına bir taş dikmeye teşebbüs etmişler ve teşebbüslerinde muvaffak olmuşlardır.”(5) Bursa’da halk arasında yaygın olan Karagöz’ün mezarının Bursa’da olduğu söylentisi üzerine iki kişi bir mezar taşı dikerek burası Karagöz’ün mezarı demişlerdir.

Sultan Orhan 1362 yılında vefat etmiştir. Ulu Camii ise 1399 yılında bitirilmiştir. Arada 37 yıl vardır. Son zamanlarda bazı araştırmacılar “Ulu Cami” yerine “Bir Cami” ifadesini kullanarak bu yanlışı tevil etmeye çalışmaktadırlar.

Karagöz ve Hacıvat’ın Bursa’da Ulu Cami inşaatında çalıştıklarına dair elimizde hiçbir bilgi yoktur. Karagöz’ün mezarı olarak ifade edilen yerin ise iki işgüzarın elinde hiçbir kanıt olmadığı halde 1892 yılında diktiği bir mezar taşından dolayı öyle bilindiği anlaşılmaktadır.

Evliya Çelebi seyahatnamede “Taklitçi oyuncuları bildirir” başlığı altında Yıldırım Beyazıt dönemi gölge oyuncusu Kör Hasanzâde Mehmet Çelebi’nin ne kadar usta bir gölge oyuncusu olduğundan bahseder ve hemen akabinde Karagöz ve Hacıvat’tan bahseder. “Karagöz ve Hacivad ki Bursalı Hacı Ivaz’dır: Selçuklular zamanında Yorukça Halil isimli Resûlullah’m ulağı idi ki 77 sene Mekke’den Bursa’ya gidip gelirdi. Ataları Efelioğulları adıyla meşhur olmuştu. Zağar köpekleriyle meşhurlardır ki hâlâ halk dilinde “Efelioğlu zağarı gibi neylersin” diye deyim olmuştur. Münasip hikâye: Bu Efelioğlu Mekke’den Bursa’ya gelirken Mekke ile Medine arasında Arap eşkıyası Efelioğlu Yorukça Halil Hacivâd’ı şehit edip Bedr-i Huneyn’de gömerler. Efelioğlu köpeği bu katil Arapların yanında kalır. Bu Araplar Şam’a gelip çarşı ve pazarda gezerken hemen köpek bir kere bu Arapları kudurmuş köpek gibi dalamağa başlayıp bir dahi başka adamların ayağına yüzünü sürüp yuvarlanıp hâl dili ile sızlanıp yine Arapları hır hır dalar ve üzerlerine hamle edip salar. Bütün halk görseler ki Efelioğlu zağarıdır, “Bre canım nerede Efelioğlu? Bunda bir hâl vardır, tutun şu Arapları” deyip hâkime götürürler, handa odalarını basıp Efelioğlu’nun su kabı, sapanı, baltası, kanturası, zilleri, kanlı esvapları ve Bursa’ya götüreceği bütün mektupları çıkınca bütün Arapları Sinaniye Çarşısı’nda sıra ile asarlar. Gerçek garip köpek, asılmış Arapların altına varıp bu kere sert bir âh çekip canını feda edip ruhu ashâb-ı kelbe gider. Hacivad böyle bir haberci, nedim ve yârândan Resûl’ün peyki idi.
Karagöz İstanbul tekfuru Keştantı peyki idi. Edirne yakınında Kırkkilise’den bir söz ustası cihan ayyârı Çingene adamı idi. Sofyüzlü Karagöz Balı Çelebi derlerdi. Tekfur Keştanti bu Karagöz’ü yılda bir kere Alâeddin Selçuk’a gönderince Hacivad ile Karagözün birbirleriyle konuşma ve çekişmelerine o zamanın oyuncuları gölge oyununa koyup taklit ile oynatırlar idi, ama anılan Kör Hasanoğlu, Hacivad’ı Karagöz’ü akşamdan uzun gece boyunca [211b] tâ sabaha dek on beş saat iki resmi oynatıp çeşit çeşit taklitler edip bir ettiği şakayı o gece bir daha etmek ihtimali yok idi. Tâ bu mertebe Ebülmeâlî derecesinde söz babası idi.”(6)

Evliya Çelebi 1611 – 1682 yılları arasında yaşamıştır, Yıldırım Beyazıt 1389 – 1402 yılları arasında hükümdarlık yapmıştır. Dolayısıyla Evliya Çelebi kendisinden yaklaşık 250 yıl önce olmuş olayları herhangi bir kanıt göstermeden anlatmaktadır. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi “Seyahatnâme” maddesinde yer alan şu ifadeler dikkat çekicidir; “İkinci olarak ise 1075’te (1664-65) Viyana’da bulunduğu sırada Alman kralından izin belgesi (papinta) aldığını ve Almanya, İsveç, Danimarka, Hollanda ve Fransa’ya gittiğini söyler (VII, vr. 73a-b). VI ve VII. ciltlerde yer verdiği bu seyahatinin üç yıl sürdüğünü belirtir (VII, vr. 181b). Fakat bir iki yerleşim yeri hakkında klişe bilgiler, halk ve kralları hakkında da genel bilgiler vererek çok kısa olarak anlattığı bu seyahatleri planlamakla birlikte gerçekleştirememiş olduğu anlaşılmaktadır.”(7)

Edebiyat tarihçisi Tahir Alangu Karagöz oyunlarında Çingene kültürüne ait bazı nesnelerin bulunması bazı klasik oyunlarda Çingenece kelimeler bulunması ve Karagöz oyunlarının yaygınlaşma dönemi ile Hindistan’dan göç eden Çingenelerin Türkiye’ye yayılmalarının hemen hemen aynı tarihlere denk gelmesi nedeniyle Karagöz sanatının Hindistan’dan göç eden Çingeneler yoluyla geldiğini söyler ancak bunun için ortaya bir kanıt koyamaz. Ayrıca Hint gölge oyununda sopalar bizde olduğu gibi karşıdan değil alttan yukarı doğru takılır.

Alman araştırmacı Hermann Reich Karagöz’ün bir Türk buluşu olduğunu ancak Bizans sanatı olan Mimus’tan etkilendiğini yazar, buna kanıt olarak hem tiplemelerdeki hem de oyun metinlerindeki benzerlikleri ortaya koyar. “Manual Paleologos, Türk Padişahı Sultan Beyazıt’ın sarayına elçi olarak gelince orada birçok Hellen Mimus oyuncularıyla karşılaşmıştır. Bunlar Türkçe konuşmayı öğrenince mimus da Karagöz olmuştur”(8) yazar. Bunlar yazarın kendi düşünceleridir, ortaya somut bir kanıt koyamamaktadır.

 Arap tarihi ve edebiyatı uzmanı Philip Khuri Hitti Karagöz sanatının Mısır’dan Bizans’a geçtiğini ve burada Karagöz olarak biçimlendiğini yazar. “Böylece Batı Asya ve Mısır üzerinden olmak üzere bu gölge oyunları Bizans İmparatorluğunun baş şehri Konstantinopol’a sıçramış ve daha sonra bu oyunların en başta gelen karakteri Karagöz olarak gelişmiştir; buradan olmak üzeredir ki aynı seyir oyunu Doğu Avrupa’ya doğru yoluna devam etmiştir. Osmanlılar devrinde görülen “Türk Kukla Tiyatrosu”ndaki bir takım unsurların Binbir Gece Masalları’ndan alınma şeyler olduğu söylenebilir. Osmanlı Türkleri arasında gelişen bu Karagöz’ün ise Charlie Chaplin (Şarlo) adlı meşhur artist başta olmak üzere modern batılı sahne sanatkarlarının oynadığı “tip”e tesir etmiş olduğu ihtimalinden rahatlıkla bahsolunabilir.”(9)
Philip Khuri Hitti de herhangi bir kanıt ortaya koymadan kendi düşüncesini yazmıştır.

Bazı araştırmacılar Fransız gezgin Jean Thevenot’un anılarından yola çıkarak gölge oyununun İspanya’dan göç eden Yahudiler yoluyla gelmiş olabileceğinden bahsederler. “1655 – 1656’da Türkiye” ismiyle yazılan kitabın 95. Sayfasında “KUKLALAR” başlığı altındaki kısa bir bölümde yazar İstanbul’da seyrettiği Karagöz oyunlarını oynatanların Yahudi olduklarını yazar.
“KUKLALAR
Kuklaları, onların eğlenceleri arasında sayabilirim: çünkü, Türkler resim yapmamalarına rağmen kukla yapımına devam ettiler, kukla her zaman ve her yerde oynatılmaz, fakat özel yerlerde, bilhassa Ramazan geceleri kahvehaneden kahvehaneye giderek ve oralarda gerekli para verildiği takdirde oynatırlar. Kukla oynatanlar genellikle Yahudilerdir, başkalarının bu işi yaptıklarını görmedim; onlar bunu Fransa’daki gibi oynatmazlar, önlerine bir halı gererek bir odanın köşesinde yer alırlar ve bu halının üstünde yaklaşık iki ayak civarında beyaz bezden bir parça ile kapatılmış olan yuvarlak bir girinti veya kare şeklinde bir pencere vardır, arkasında çok sayıda mum yanar ve bu bezin üzerinde ellerin gölgesi ile birçok hayvan şekli gösterildikten sonra, bu bezin arkasında büyük bir maharetle kımıldatılan küçük şekiller oynamağa başlar; bu benim fikrimce bizimkilerden daha iyi bir oyun tarzıdır ve bu sırada Türkçe ve Farsça birçok güzel şarkı söylerler, fakat konu düzensiz ve müstehcenlik ile doludur ve bu hoşa gitmektedir. Bir keresinde bir dönmenin evinde bulundum, bana yemek verdikten sonra bir kukla gösterisi yaptı. Bağlı olduğu kimse Kandiye’de Türk ordusunun kumandanı Hüseyin Paşa’nın yanında bulunuyordu. Bu beyin hanımı biraz kuklalar ile eğlenmek isteyerek bizim bulunduğumuz salona bakan odanın kapısı önüne bir halı gerdirdi. Bu hanım, üç saatten fazla bir zamanın geçmesine rağmen oyun bitmeden buradan ayrılmadı, çünkü onlar istedikleri kadar bunu sürdürebilirlerdi ve kuklalar arasında esas şahıs olan Karagöz’e yaptırılan edepsizlikleri seyretmekten utanmadığına hayret ettim.”(10)
Bu kısa yazıda Karagöz oynatan kişilerin Yahudi olduklarını yazıyor ancak bundan gölge oyunu sanatının İspanya’dan göç eden Yahudiler yoluyla geldiği sonucunu çıkarmak fazlasıyla zorlama bir yorum olur.

Geleneksel Türk Tiyatrosu konusunda hiç kuşkusuz ki en yetkin insanlardan biri olarak kabul edilen Prof. Metin And 1975 yılında Tokyo’da yapılan “Uluslararası Asya Gölge Oyunları Semineri”ne davet edilmiş ve burada elde ettiği bilgilerle çok değerli bir kaynak olan “Dünyada ve Bizde Gölge Oyunu” kitabını yazmıştır. Daha çok Alman Türkolog George Jacob’un “Geschichte des Schattentheaters” adlı kitabı ile George Jacob’un ardılı olan Paul Kahle’nin “Islamische Schattenspielfiguren aus Agypten” adlı kitabına atıfta bulunarak gölge oyunu tekniğinin Memlûk Sultanlığından Osmanlı’ya geldiğini yazar. George Jacob ve Paul Kalhe Memlûk Sultanlığı dönemi tarihçilerinden İbn İyas’ın yazdığı “Bedâyi el-Züruf fî Vakâyî el-duhur” adlı eserden yaptıkları alıntılarda Mısır’a sefere giden Yavuz Sultan Selim’in Memlûk Sultanı Tumanbay’ın asılışını sergileyen bir gölge oyuncusunu oğlu Kanuni Sultan Süleyman da seyretsin diye İstanbul’a götürmesi ile gölge oyununun İstanbul’a geldiğini, birkaç yıl İstanbul’da kalan gölge oyuncuları Mısır’a dönerek gösterilerini burada Türkçe olarak yaptıklarını yazarlar.
İbn İyas’ın “Bedâyi el-Züruf fî Vakâyî el-duhur” adlı kitabının Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethetmesi ile ilgili olan cildi 2016 yılında Prof. Ramazan Şeşen tarafından “YAVUZ’UN MISIR’I FETHİ VE MISIR’DA OSMANLI İDARESİ” adıyla Türkçeye çevrildi. Kitapta Yavuz Sultan Selim’in gölge oyuncuları İstanbul’a götürmek istemesi kitapta var(11) ancak aynı kitapta giden bu kişilerin geri dönmedikleri de yazıyor.
“İstanbul’a inşaatçılardan, marangozlardan, demircilerden, mermercilerden, kaplama ustalarından, haritacılardan, mühendislerden, taşçılardan, işçilerden çeşitli gruplar gitti, adlarını hatırlamıyorum. Söylediklerine göre Hünkâr İbn Osman, Şerâbişiyin’deki Sultan el-Gavrî Medresesi gibi bir medrese inşa ettirmek istiyormuş.
İstanbul’a Yahudilerden, müsamerecilerden, Hristiyanlardan da birer grup gitti. Bunlar arasında hazine kâtibi Bânub el Kâtib, Ebu Sâid, emirüddevle, Yuhannâ el-Sağir, Yusuf bin Hebul, Şeyh el-Miskin el Sikenderi, oğlu ve isimlerini hatırlamadığım diğer Hristiyanlar, Yahudiler vardı.
Söylendiğine göre Mısır’dan İstanbul’a hareket edenlerin toplamı binlerce kişiden azdı. Gerçeğini Allah bilir. Bunların arasında kadınlar, süt çocukları, ihtiyarlar vardı. Eski zamandan beri Mısır halkı bundan daha fazla şiddet görmemişti. Eski tarihlerde de benzerini görmedim. Bu Allah’ın takdiriydi. İnsanlar vatanlarından, ailelerinden, çocuklarından ayrılıp gittiler, bir daha ülkelerine dönmediler. Kendi cinslerinden başka insanlara karıştılar.”(12)

İbn İyas gidenlerin geri dönmediklerini yazıyor, o halde Memluk Sultanlığında Türkçe Karagöz oynatılmasının nedeni İstanbul’a giden gölge oyuncuları olamaz (Paul Kahle de Kahire’de oynatılan Karagöz oyunlarının Türkçe oynatıldığını yazar(13)). Bunun nedeninin Memlûk Sultanlığında, özellikle Bahrî Memlûklar döneminde baskın olan Türk kültüründe aramak daha mantıklıdır. Bahrî Memlûklar döneminde yönetici sınıf Orta Asya’dan getirilen Türklerden oluşuyordu, Türkler bir Arap ülkesinde Araplaşmadan Türk kültürüyle yaşıyorlardı.(14)
Klasik Karagöz oyun metinlerini üç ciltlik “Karagöz” adlı kitapta yayınlayan Cevdet Kudret ise Prof. Metin And’ın bu görüşüne karşılık “Son Memlûk sultanının idamını perdeye yansıtan Mısır’lı hayalciyi Yavuz’un İstanbul’a götürmek istemesini, gölge oyununun o tarihte Türkiye’ye girdiği anlamında değil, padişahın yaptığı işleri canlandıran bir oyunu oğluna ve İstanbul seyircisine gösterme göstermek istemesi yolunda yorumlayabiliriz. Nitekim bugün bir hükümet ya da devlet başkanının yabancı bir tiyatro topluluğunu Türkiye’ye çağırması, Türkiye’de daha önce tiyatro bulunmadığı anlamına gelmez.”(15) diye yanıt vermiştir.

Nureddin Sevin yazdığı “Türk Gölge Oyunu” adlı kitapta “Pazırık Kurganı”ndan söz eder. Nureddin Sevin kitapta konunun ayrıntısına girmez(16) Pazırık Kurganı konusu ayrıntılı olarak incelenmeye değer bir konudur.

1924 yılında keşfedilen ve 1929 yılında kazılmaya başlanan Pazırık kurganı Tümülüs şeklinde İskit mezarlarından oluşmuştur ve arkeologlar tarafından M.Ö. 500 yılına tarihlenmektedir.(17) Sergei Rudenko ve Mihail Gryaznov başkanlığındaki kazılarda İskit kültürüne ait pek çok eser ortaya çıkarılmıştır. Bu eserlerin içinde iki tane de deriden kesilmiş figür bulunmuştur, bir tanesi çift başlı bir horoz diğeri ise bir geyik figürüdür. Bu figürler Rusya’nın St. Petersburg şehrindeki Hermitage Museum’dadır. İklim çok soğuk olduğu için bu figürler günümüze kadar gelmişlerdir. Figürlerin ne için yapıldığını bilemiyoruz ancak bir mezara konuldukları için dinsel bir nedeni olduğu düşünülebilir. Kesin olarak bildiğimiz bir şey varsa Asya’da Altay Dağları civarında yaşayan bir topluluk M.Ö. 500 yıllarında deriden hayvan figürleri yapıyorlardı.

Çift başlı horoz, Hermitage Museum
Çift başlı horoz, Hermitage Museum (18)

Geyik, Hermitage Museum(19)

Bazı araştırmacılar İskitlerin Saka Türkleri olduğunu bazıları ise İrânî bir topluluk olduğunu savunurlar. Türk olsalar da olmasalar da İskitler Türklerin de olduğu bir bölgede yaşıyorlardı, cenaze törenleri, kılıç kültü ve kan yemini gibi Türklerle benzer kültürel özelliklere sahip göçebe ve savaşçı bir topluluktu.(20)

Tarihçi Herodot ve antik dönem tarihçilerinden Paulus Orosius “Historiae Adversus Paganos” adlı eserinde İskitlerin Anadolu’ya göç ettiklerinden bahseder.(21)

KARAGÖZ TASVİRLERİ ÇİZİM TEKNİĞİ

Karagöz oyununda kullanılan tasvirlerin özel bir çizim tekniği vardır. Gövde cepheden, kafa ise profilden çizilir, kafa profilden çizildiği için tiplemelerde iki kulak iki göz yoktur, yüzün sadece yarısını görürüz, dolayısıyla bir göz ve bir kulak vardır. Yalnız göz çiziminde özel bir durum vardır, kafa profilden çizilmesine rağmen göz karşıdan/cepheden görüldüğü gibi çizilir. Bu çizim tekniği Anadolu’da arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan duvar kabartmaları ile birebir aynıdır.

Hacıvat’ın başlığı günümüzde Orta Asya’da ve Türkiye’de de kullanılan “Börk” adlı başlıktır, “Börk” Anadolu’daki duvar kabartmalarında da vardır.

Karagöz’ün başlığı olan Işkırlak ise Ankara Kargamış’da bulunan Chimaira başına ve İvriz duvar kabartmalarındaki bereket tanrısının başlığına çok benzemektedir.

Karagöz tasvirleri ile Anadolu duvar kabartmaları arasındaki benzerlikler çok fazladır. Konu ayrıntılı olarak incelenmesi gereken bir konudur.

Continue reading →

Memlûk gölge oyunu

Osmanlı Devleti’nin hüküm sürdüğü tüm bölgelerde gölge oyunu Karagöz sanatını görebilmek mümkündür, Kuzey Afrika ve Balkan ülkelerinin tamamına Karagöz sanatı yayılmıştır. Her ülkede ismi farklı olmakla beraber tüm ülkelerdeki isimler hep “Karagöz” kelimesinin çeşitlemeleridir. Karagoz, Karakoz, Karaguz, Karagiozis gibi. Arap coğrafyasında bugünkü Mısır’ın olduğu topraklarda 1250 – 1517 yılları arasında hüküm süren Memlûklerde de gölge oyunu Karagöz var ancak Memlûkleri diğer toplumlardan ayıran çok önemli bir fark var, bazı araştırmacılar gölge oyununun Türk toplumuna Memlûklerden geldiğini söylüyorlar. Bu yüzden Memlûk gölge oyununu ayrıca incelemek gerekir.

 “Memlûk” kelimesi Arapça “Meleke” kökünden gelir ve “Sahip olunan şey” ya da “Efendisinin buyruğunda olan köle” anlamlarına gelir. “Memlûk” ülke dışından, Müslüman olmayan bir ülkeden satın alınan ya da esir edilen gençlerin “Tibâk” adlı kışlalarda hem İslâmî hem de askerî olarak eğitilmeleri, eğitimleri bittikten sonra azat edilip orduda göreve başlamaları sistemidir. “Memlük sistemi, hükümet hesabına satın alınan özellikle beyaz kölelerin çeşitli kışla ve mekteplerde askeri gayelerle yetiştirilmeleri ve bunları satın alan halife, sultan veya emirin amaçlarını gerçekleştirmek üzere ordularda birlikler halinde istihdam edilmeleri olarak ifade edilebilir”(1).

İslamiyet’in doğuşundan sonra İslam’ı yaymak için doğuya seferler düzenleyen Arap orduları Türklerin ata binme, ok atma becerileri ve cesaretlerinden etkilenmişler ve ilerleyen zamanlarda savaşlarda esir edilen Kıpçak ve Harezm Türk çocukları köle tacirlerinden satın alarak onları üstün yetenekli birer asker yetiştirmek üzere Memlûk sistemine dahil etmişlerdir. Tarihçilere göre Memlûk sistemi Abbasiler döneminde başlamış ve Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa (1769 – 1849) döneminde sona ermiştir. “Bu kurumun İslamda IX. Yüzyılın ilk yarısından yani Halife El-Mutasım’ın zamanından XIX. Yüzyılın başlangıcına, Napeleon ve Mehmet Ali tarafından ortadan kaldırılmasına kadar sürdüğüne işaret etmek yeterlidir.”(2) Prof. Bahattin Gök ise Memluk sisteminin ikinci Abbasi halifesi El-Mansur (754-775) döneminde başladığını, El-Mutasım (833-842) döneminde daha da genişlediğini belirtmektedir. Başkent Bağdat’ta nüfusları hatırı sayılır bir şekilde artan Memlûklar halk arasında bazı olumsuz olaylara neden oldukları için El-Mutasım tarafından Bağdat’ın 100 km kuzeyinde Sâmerrâ kenti kurdurulmuş ve bu şehre yerleştirilmişlerdir.(3)

 Türk kökenli Memlûkler Nil nehri üzerindeki Ravza adasındaki kışlada (Tibâk) eğitim görüyorlardı, Mısır toplumunda Nil Nehrine “Bahrü’n Nil” (Nil Denizi) dedikleri için bu tibâkta yetişen Türk kökenli Memlûklere “Bahrî Memlûkler” denir.

Orduda göreve başlayan Memlûklerden bazıları yetenekleri ve liyakatleri doğrultusunda devlet yönetiminde üst düzeylere ulaşabilmişlerdir. “Memlukler çeşitli vesilelerle kendi memleketlerinden küçük yaşta koparılarak, dili, dini, kültürü tamamen yabancı bir ülkeye getirilmişler ve hiç tanımadıkları coğrafyada kısa zamanda şahsi kabiliyetleri, liyâkatleri, disiplin, cesaret ve savaşçılık gibi üstün vasıfları ile kısa zamanda o ülkenin hâkim unsuru hatta sultanı olmuşlardır” (4)

 Memlûkler, Eyyubîler döneminde Hükümdar Necmeddin Eyyûb’un ardından tahta çıkarılan Turan Şah’ı üvey annesi Türk kökenli Şecerüddürr’e karşı takındığı olumsuz tavır sebebiyle öldürmüşler ve Şecerüddürr’ü sultan olarak kabul etmişlerdir. Bu olaydan çok kısa bir süre sonra Şeceredürr, el-Melikü’l Muiz İzzeddin Aybek et-Türkmâni ile evlenmiş ve devlet yönetimi 1250 yılında Türk kökenli Bahrî Memlûklerin eline geçmiştir. Bu dönemin tarihçileri bu devleti “Ed-Devletü’t Türkiyye” olarak isimlendirmişlerdir.(5)

 1382 yılında iktidar Çerkes kökenli Burcî Memlûklere geçmiş, 1517 yılında da Osmanlı ile yapılan savaş sonucunda Memlûk devleti tarih sahnesinden silinmiştir. Ancak Memlûk kölelik sistemi Kavalalı Mehmet Ali Paşa dönemine kadar devam etmiştir. Yaklaşık bin yıl süren Memlûk sisteminde Mısır’daki Türk kökenli nüfusun 4 milyon olduğu tahmin edilen toplam nüfusun dörtte biri olduğu düşünülmektedir.(6) İkinci üçüncü nesil Türkler Mısır’da doğdukları için Memlûk olma vasfını kaybediyorlar ve orduda görev alamıyorlardı. Bunlara “Evlâd en-nâs” deniyordu.(7)

 Bahrî Memlûkler Orta Asya’dan getirilen Türk cariyelerle evlendiriliyorlar, böylece sahip oldukları genetik ve kültürel özellikleri bozulmuyordu. Doğdukları Türk toplumunun kültürünü olduğu gibi yaşıyorlar, Türk isimlerini kullanıyorlar, Türkçe konuşuyorlar, Türk kültüründe yer alan “Kabak” ve “Çevgan” oyunu oynuyorlardı.(8) Bir ölünün ardından yas tuttuklarında Araplar gibi siyah değil Orta Asya Türkleri gibi beyaz giyinip saçlarını kestiriyorlardı.(9) “Türkçe’nin dışında, Mısır’a anavatanlarından bazı adetlerini de getirdiler… Mesela Sultan Baybars’a ölmeden önce ağır hastalanınca hâssa askerlerinden birisinin doktorun itirazına rağmen hemen bir “Türk ilacı” yaptığını tarihçi İbn ed-Devâdârî anlatır”(10)

Memlûk gölge oyunu

 Mısır’da bulunan Eyyûbî devleti 1250 yılında Memlûk devletine dönüşmeden önce takriben 1184 yılında Selâhaddin-i Eyyûbî ile veziri Kadı Fâzıl ile bir hayâl oyunu seyrettiğine dair bir kaynak vardır. “Oyun başlayınca Kadı Fâzıl meclisi terketmek için ayağa kalktı. Hükümdar kendisine “Eğer bunu temâşâ haram ise biz de temâşâ etmeyelim” dedi. Kadı Fâzıl’ın bu hükümdara intisabı yeni olmakla kendisi hakkında fena bir fikir edinmemesi için meclisi terketmekten vazgeçti. Ve oyunun sonuna kadar sabırla oturdu.

 Hükümdar bu oyunu nasıl bulduğunu sorması üzerine cevaben: Büyük ibretlerle dolu olduğunu ve hayallerin hakikati tamamiyle temsil ettiğini söyledi ve “aradan perde kalkınca bir san’atkardan başka kimse olmadığını gördük” diyerek bu oyundan bir ciddiyet, bir hakikat çıkardı.”(11)

 Memlûklerde gölge oyunu oynatıldığını gösteren pek çok belge vardır. Bunların içinde en önemlisi Muhammed’ubn Dâniyal el-Huzâ-i el-Mavsili (1248-1311) tarafından yazılan “Tayf’ul Hayâl fi Ma’rifeti Hayâl’iz Zıll” adlı kitaptır. İçinde üç ayrı gölge oyunu metni bulunan eser dünyada üç ayrı yerde vardır. Bir tanesi İstanbul Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesinde 0648 demirbaş no ile ile kayıtlıdır, 364 yaprak olan bu eser diğer iki nüshadan daha geniştir. Bir başka nüsha İspanya Escorial kitaplığında, bir diğeri ise Kahire Ahmet Teymur Paşa’nın kitaplığındadır.(12) Eser orta çağ İslam dünyasından günümüze kadar ulaşmış nazım eserler içinde ilk edebî eser olma özelliğine de sahiptir.(13)

 Eserde üç ayrı gölge oyunu metni vardır. Birincisinin ismi oyunun baş karakteri olan Tayf’ul hayâldir. Tayf’ul hayâl kardeşi Emir Visal ile ayrı düşmüş ve bütün dünyada dolaşarak kardeşini aramıştır, sonra haberci Emir Visal’i çağırır. Oyunun ilerleyen kısımlarında Emir Visal evlenmek ister, bir çöpçatan olan Umm-i Raşid el-Kavvada’ya başvururlar. Çöpçatan ona çok güzel bir kız bulduğunu anlatır. Düğünden sonra damat gelinin duvağını kaldırır ve çok çirkin bir kadın olduğunu görür. Emir Visal çöpçatanı öldürür ve günahlarından arınmak için hacca gider.

 İkinci oyunun ismi Acib ve Garib adını taşıyor. Oyunun baş kişilerinden olan Garib bir gezgindir, ikinci baş kişi olan Acib Allah’a şarabı yarattığı için şükreder ve dilencilerin para bulması için dua eder. Bunlardan sonra perdeye yılan oynatıcı, ilaç satan bir gezgin, körleri bile iyi edebileceğini iddia eden bir göz doktoru (Bu arada belirtelim ki kitabın yazarı olan İbn Danyal da bir göz doktorudur), kılıçların üzerinde yürüyen bir akrobat, bir hokkabaz ve yardağı, bir falcı, bir büyücü, bir aslan terbiyecisi, bir fil terbiyecisi, keçisine türlü oyunlar yaptıran biri, ayı oynatıcı vs gibi tipler gelirler. En son olarak bir deve binicisi gelir ve Hacca gidebilmek için Allah’a dua eder. Deve binicisinden sonra Garib gelerek oyunu bitirir.

 Üçüncü oyun El-Mutayyam’dır. Oyunun baş kişisi El-Mutayyam aşkını anlatır, horoz dövüşü ve koç dövüşü düzenlenir. Rakibin annesi oğlunun kazanması için dua eder. Sonra bir boğa güreşi düzenlenir. El-Mutayyam’ın boğası yenilir, boğayı kesip yerler. Bazı bir takım müstehcen ifadeler içeren oyunun sonunda El-Mutayyam ölür ve onu gömerler.(14)

Tayf'ül hayal
Tayfül hayal

Tayf’ül Hayâl adlı kitabın ilk ve son sayfaları, eser Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesinde 0648 demirbaş no ile kayıtlıdır.

 Bir başka önemli kanıt ise 13. Yüzyılın başlarında Ömer İbnül-Fâriz tarafından yazılmış olan Ta’iyyet-el-Kübra eserdeki gölge oyunu üzerine uzun şiirdir.(15)

 Memlûk gölge oyunu hakkında en önemli kanıtlardan biri de tarihçi İbn İyâs tarafından yazılmış olan “Bedâʾiʿu’z-zühûr fî veḳāʾiʿi’d-dühûr” adlı eserdir. Alman Oryantalist ve Türkolog Georg Jacob da bu eseri incelemiş ve Geschichte des Schattentheaters (Gölge tiyatrosunun tarihi) adlı kitabında “Memlûk Sultanı Çakmak’ın (1438-1453) Müslümanların canlı tasvirlerin gösterisini seyretmelerinin doğru olmayacağı gerekçesiyle gölge oyunu tasvirlerinin yakılmasını emretmiştir” yazar.(16)

Bu eserin 5. Cildi Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferini ve Memlûklerle yaptığı savaşı da anlattığı cilttir. Bu cilt Prof. Ramazan Şeşen tarafından Türkçeye çevrilmiş ve “YAVUZ’UN MISIR’I FETHİ VE MISIR’DA OSMANLI İDARESİ” adıyla 2016 yılında yayınlanmıştır. Bu kitabın birkaç yerinde Karagöz ismi geçer. Sayfa 176 ve 177’de Mekke muhtesibi Karagöz adlı bir kişiden bahsedilir. Sayfa 255’de 9 Zilkade Cumartesi Günü (başka yasaklarla birlikte) yollarda gölge oyunu oynatılamayacağından bahsedilir, bunun nedeni Osmanlı askerlerinin geceleri insanları rahatsız etmeleri, kadınları ve tüyü bitmemiş çocukları yollardan kapmalarıdır. Bu araştırma için en önemli ayrıntı ise sayfa 178 dedir. “Anlattıklarına göre, bu ayda Selimşah, Mikyas’tayken bir gece gölge oyunu oynatanları getirdiler. Oyunu seyretmek için oturunca “Oyuncu Züveyle kapısı ile Tomanbay’ın orada boğulurken iki defa ipin koptuğu sıradaki resimlerini yaptı” dediler. Osmanoğlu buna memnun oldu, oyun oynatana 200 dinar para verdi, altın işlemeli kadife bir kaftan giydirdi. Ona “İstanbul’a giderken bizimle gel, oğlum bunları seyretsin” dedi.” (17)

 Bazı araştırmacılar gölge oyunu tekniğinin Memlûk toplumuna Moğol akınları yoluyla gelmiş olabileceğini ifade etmişlerdir. Moğollarla (İlhanlı Devleti) Memlûkler sürekli birbirleriyle savaşmışlardır. 1260 yılında “Ayn Calud” ve “1. Hums” savaşları, 1277’de “Elbistan” savaşı ve 1281 yılında yapılan “2. Hums” savaşını Memlûkler kazanmış, sadece 1299 yılında yapılan “Vâdî El-Hazindâr” savaşını Moğollar kazanmış ancak 1303 yılında Memlûkler kaybettikleri toprakları geri almışlardır. Moğollar, Memlûkler üzerinde askeri ve siyasi bir üstünlük sağlayamamışlar dolayısı ile kültürel bir etkide bulunabilecek bir zemin oluşmamıştır.(18)

Bazı araştırmacılar gölge oyunu tekniğinin Arap seyyahlar ve tüccarlar tarafından Memlûk toplumuna gelmiş olabileceğini yazmışlardır, burada özellikle İbn Battuta ismi öne çıkmaktadır, İbn Battuta’nın Cava adasında gördüğü gölge oyununu Mısır’a getirdiği yazılır. İbn Battuta 1304 yılında Fas’ın Tanca ilinde doğmuş 1325 yılında başladığı seyahatinde Afrika, Orta Doğu, Anadolu, İstanbul (Bizans), Uzak Doğu ve Endülüs’ü gezmiş ve gittiği ülkelerdeki devlet ve toplum yapısını, inançlarını, adetlerini “Rıhletü İbn Battûta” adını verdiği seyahatnamede yazmıştır. Seyahatname iki cilt olarak Türkçe yayınlandı, 54. Bölümde Cava adası anlatılır ancak Cava adasının anlatıldığı bölümde gölge oyunu ya da kukla ile ilgili herhangi bir bilgi yoktur.(19)

Alman oryantalist Paul Kahle ise M. Jomard’ın “Description de la ville du Kaire” (Kahire şehrinin tarifi) (Description de l’Égypte vol. XVIII No. 11) eserinden şu alıntıyı yapar; “Bu “Kara Gyooz” kukla gösterisi Mısır’a Türkler tarafından getirildi ve kuklalar onların dilinde konuşturuluyor. Genellikle aşırı açık saçık olan bu gösteriler, Kahire’de yaşayan Türkleri zaman zaman eğlendiriyor; ne var ki, Türk dilini anlamayanlara elbette çok cazip gelmiyor. Bunlar “Çin gölgeleri” usulünde icra ediliyor ve bu sebeple sadece geceleri gösteriliyor.”(20) Burada sadece geceleri oynatılması oyunun bir gölge oyunu olduğunu gösterir.

 Sonuç

 Orta Asya’dan Kıpçak ve Harezm Türk çocukları Abbasiler döneminde askeri amaçlarla Mısır’a getirilmiş ve bu uygulama yaklaşık bin yıl sürmüştür. Getirilen Türk çocukları bölgede yaşayan Arap nüfus ile çok fazla ilişki kurmamış ve kültürel özelliklerini kaybetmemişlerdir. Türk isimleri taşıyorlar, Türkçe konuşuyorlar, at eti yiyip kımız içiyorlar, Türk kültüründe olan oyunlar oynuyorlar, Arap toplumundaki haremlik selamlık âdetini uygulamıyorlar, kadınlar ve erkekler bir arada eğleniyorlar ve Orta Asya matem geleneğini uyguluyorlardı. Bir Arap ülkesinde Araplaşmadan Türk kültürünü ve âdetlerini olduğu gibi yaşatıyorlardı.

 Gölge oyununun Mısır’a Moğol seferleri ya da Arap gezginler yoluyla geldiğini gösteren bir kanıt yoktur. Türkler “Gölge Oyunu” tekniğini biliyorlardı, her ne kadar elimizde konu ile ilgili bir kanıt yoksa da bu tekniğin Asya’dan getirilen Türkler tarafından getirilip o coğrafyada yeniden hayat bulmuş olma ihtimali çok daha fazladır. Paul Kahle kitabında birkaç yerde bu oyunun Türk Karagözü olduğunu yazar.

Kaynakça

1)Memlükler, Fatih Yahya Ayaz, İSAM yayınları 2020, s 20
2)Memlük devletinde kölelik sistemi, David Ayalon, s 1, Erişim tarihi 01.01.2023 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/58239
3)Sâmerrâ’nın Kuruluşu, Bahattin Gök, Erişim tarihi 03.01.2023 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/30727
4)Memlükler – Siyasetten Medeniyete Seçmeler, Hatice Güler, Akademisyen Kitabevi 2020, s 23
5)Fatih Yahya Ayaz a.g.e. s 25 – 28
6)Fatih Yahya Ayaz a.g.e. s 116 – 117
7)Türk tarihinde Memlük asırları, Altan Çetin, Timaş yay. 2020 s 127
8)Memluk devletinde eğlence kültürü, Cüneyt Kanat, Erişim tarihi 05.01.2023 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/58629
9)Memlûklerde matem geleneği, Tülay Yürekli, Erişim tarihi 07.01.2023 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2229864
10)Prof. Dr. İsmail Aka armağanı, Memlûklarda Türk Kültürü, Samira Kortantamer İzmir 1999 s 183
11)Türk Temâşâsı, Meddah, Karagöz, Ortaoyunu, Selim Nüzhet Gerçek, Kanaat Kitabevi 1942 s 50. Sayfanın dipnotu: “Metaliülbüdur fi menazilüssürur. Mısır tabı.1299. Sahife: 78.
12)Dünyada ve bizde gölge oyunu, Metin And, T. İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1977, s 223;
13)Siyasi ve kültürel İslam tarihi, Philip K. Hitti, çev: Salih Tuğ, Boğaziçi yay 1989, s 1116
14)Metin And a.g.e. s 224-228
15)Metin And a.g.e. s 229
16)Metin And a.g.e. s 221
17)Yavuz’un Mısır’ı fethi ve Mısır’da Osmanlı idaresi, İbn İyâs, çev. Ramazan Şeşen, Yeditepe yay. 2016, s 178-179
18)İLHANLI-MEMLÛK MÜCADELESİNDE BİR KIRILMA NOKTASI: VÂDÎ El-HAZİNDÂR SAVAŞI, Mustafa Uyar, Erişim tarihi 09.01.2023 https://www.ayk.gov.tr/wp-content/uploads/2015/01/UYAR-Mustafa-%C4%B0LHANLI-MEML%C3%9BK-M%C3%9CCADELES%C4%B0NDE-B%C4%B0R-KIRILMA-NOKTASI-V%C3%82D%C3%8E-EL-HAZ%C4%B0ND%C3%82R-SAVA%C5%9EI.pdf
19)İbn Battuta seyahatnamesi, YKY 2004, çev. A. Sait Aykut, s 879-884
20) Islamische Schattenspielfiguren aus Ägypten, Der Islam 1, 1910, Paul Kahle s 187

Emin Şenyer

31.01.2023

Karagöz’ün Osmanlı cemiyetindeki rolü

Tasavvufun, Karagöz’de birinci planı işgal ettiği zamanlarda cemiyetin Karagöz’e aksinin veya Karagöz’ün cemiyetle olan alakasının ikinci planda olduğuna şüphe yoktur. Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş devirlerinde ve onu yakinen takip eden zamanda hicvin Karagöz’de yer etmediği muhakkaktır. O zamanın haleti ruhiyesine dini fikirlerin cezbesinin hakim bulunduğu düşünülecek olursa Karagöz’ü tasavvufi manasıyla, bir Yunan menbaının bu devre ait hayal oyunlarından bahsederken dediği gibi mürşit rolünü oynayan Hacıvat’ın günahkar Karagöz’ü “Târiki Hakka” davet etmesi(1) şeklinde kabul etmek lazımdır.
Karagöz’de hiciv içtimai şartların tahavvülü – Saray, medrese zümresiyle halk kütlesinin teşekkülü – ile başlamıştır diyebiliriz.
Kendisini halkın arasından çeken sarayda aristokrat ruhun teşekkülü medrese zihniyetinin muhitine tesir eden sultası kendisini göstermeye başladığı bir zamanda Karagöz tasavvufi manasını bir tarafa bırakarak, daha doğrusu ikinci plana terkederek yavaş yavaş satirik bir mahiyet iktisab etmeye başlıyor. Halk kütlelerinin şuuraltında toplanan buğuz ve adaveti Karagöz’ün tekerlemelerinde kendini gösterdiği gibi sarayın ve medresenin ulema ve aristokrat ruhu da mürai Hacıvat’ın lügatli ve süslü cümlelerinde canlanmaya başlıyor. Bu suretle Karagöz onyedinci asırdan itibaren tam manasıyla içtimai bir hicvin bütün kuvvetini gösteren her iki zümre (Saray ve Halk) için de aranılan bir oyun olarak kendini göstermiş bulunuyor.
“Gittikçe hududu genişlemiş bulunan imparatorluğa dahil olan gayri mütecanis unsurlar da Karagöz’e taklit unsuru olarak bol malzeme verirken Karagöz’ün kadrosunda Hacıvat, Karagöz’den başka dilleriyle, örf ve adetleriyle Çerkes, Rum, Ermeni, Arnavut, Yahudi gibi tiplerin yer almaya başladığını görüyoruz. Bu suretle hayalci zengin bir karakter kaynağı ile de baş başa kalmış olmanın havası içine girmiş oluyor. Kendisinden dinde, dilde, duyguda pek büyük ayrılıklar gösteren bu gayrı mütecanis anasıra halkın tahteşuurunda toplanan duygu hicve bürüneren Karagöz’ün kendine has cümleleri tekerlemeleri ile izhar yolunu göstermiş olacaktı. Artık zamanın birbirinden farklı olan hayatı ile vaka ve hadiseleriKaragöz perdesine Karagöz’ün görüş ve düşünüş menşurundan süzülerek aksedecektir. Ta ki on sekizinci asırdan beri bu güne kadar gelmiş olan tesbit edilmiş oyunlarda zamanın kararkterleri pek iyi görülmektedir.(2)
Fakir bir kahve salonundan muhteşem bir saray salonuna kadar sesini duyurmuş kendini dinletmiş olan Karagöz’de saray ve medrese, Hacıvat’ın edepli tavrındalügatli elfâzında kendini bulmuş ve kendi görüşüyle ulu orta her şeye burnunu sokan cahil Karagöz de küçük ve hâkir gördüğü halkı seyretmiş ve onunla alay etmiştir.
Diğer taraftan arkalıksız iskemlelerin doldurduğu bir kahvenin basık tavanlı çatısı altında oynayan Karagöz de halk dilini anlamadığı, riyakar tavrından tiksindiği Hacıvat ile alay ediyor, hiç bir kayda tabi olmak mahkumiyetini göstermeyen Karagöz’ün hürriyet ve nüktesinde kendinden parçalar ve Hacıvat’a inen şamarda da yüksek ve aristokrat tabakaya taşıdığı öcün öfkesini buluyordu.
Karagöz’ün mensup olduğu Osmanlı cemiyetinin temâşâ ihtiyacını temin etmesi ve umumi harbe kadar devamı, cemiyeti bütün örf ve adetleriyle, hadise ve vakalarıyla perdesine aksettirmiş olması ile izah olunabilir. Kanlı Nigar, Büyük Evlenme, Hamam, Şairler, Kanlı Kavak oyunlarında İstanbul hayatının bütün içtimai yaraları, eğlenceleri, düşünce ve itikatları bulunmaktadır. Bu hususta tetkikatını derinleştirmiş olan Sabri Esat Siyavuşgil eserinde “İstanbul’un hiç bir hâli yoktur ki bütün gizli tutulmak endişelerine rağmen ya bir muhaverenin yahut faslın mevzuunu teşkil etmesin” demektedir.
1768 Rus harbi sıralarındaimparatorluğun bir vilayeti olan Haleptehayal oyununun harpte muvaffak olamayan yeniçerileri perdesine aksettirmek suretiyle siyasi hicve yer vermiş olduğunu Russel isminde bir Avrupalıdan öğrenmiş bulunuyoruz. Hatta o zaman ticarette hileli bir şekilde iflas etmiş olanlara karşı Karagöz’ün tevcih ettiği istihza ve alan bunların hükümete şikayetini mucib olmuş ve hükümüt te bu gibi hicivlerin Karagöz’de bahis mevzuu edilmemesi için emirlerde bulunmuş.(3)
Karagöz’ün mahalli anasırı teşhir maksadıyla perdeye çıkardığı tiplerden başka Tuzsuz Deli Bekirde yeniçeri zorbalığını, Himmet Ağa‘nın teşhirinde de İstanbul’un taşra halkına karşı takındığı halin psikolojisini bulmaktayız.
Karagöz en kuvvetli inkişafını Osmanlı İmparatorluğu içinde bulmuş, asırlarca küçüklerin ve büyüklerin ihtiyaçlarına güldürerek, düşündürerek cevap vermiş ve halkın hissiyatının bir nevi tercümanı olmuştur.
İmparatorluk devirlerinde Nasrettin Hoca kadar geniş bir şöhret kazanan Karagöz Osmanlı cemiyetiyle birlikte eski kuvvet ve manasını kaybederek hemen hemen tarihe karışmıştır.

(1) Sabri Esat Siyavuşgil, (İstanbul’da Karagöz, Karagöz’de İstanbul) Sayfa 13
(2) a.g.y Sayfa 18
(3) Pertev Naili Boratav – Fakülte ders notları

Karagöz’de Halk Türküleri ve Halk Hikayeleri – Reşat Oğuz, Erciyes matbaası 1946

Karagöz’ün doğuşu

Halk temaşasının orijinal ve karakteristik bir nevi olan Karagöz hayal oyunudur. Hayal oyununun menşei meselesi bir çok alimleri meşgul etmiş ve uzun münakaşalara yol açmıştır. Bu mevzu üzerinde pek çok uğraşmış olan Yakob (Yazar Yakop olarak yazmış ama aslında Jacob E.Ş.) hayal oyununun menşeini Çin’de bulmuştur. Hayal oyununun en eski şekli milattan 121 yıl evvel VU adında Çin hükümdarı zamanında ortaya çıkmıştır. Rivayete nazaran hükümdarın karısı ölmüş, onun tessürünü tahfif için bir hayalci karısının hayalini perde arkasında hükümdara gösterirmiş. Fakat bu hadise mahiyeti itibariyle düşünülecek olursa bunun bir sanat tezahürü olmadığı görülür.

On birinci asırda yazılmış bir Çin ansiklopedisinde bu hikaye tekrar edilmekle beraber o devirlerde panayırlarda eski destani hikaye kahramanlarının bir takım hayaller halinde gösterilmek suretiyle temsil edildiğini söylemektedir ki bundan bir hikayenin hayal vasıtasıyla canlandırılmakeyfiyetini öğrendiğimiz gibi hayalin vatanı hakkında da bir fikir edinmiş oluyoruz.(1) Çin ansiklopedisinin bu ifadesi bazı alimlere hayal oyununun Çin’de vücut bulduğu ve teşekkül tarihinin de ansiklopedide zikredilen tarihlere kadar uzayabildiği hükmünü kati olarak verdirmektedir.(2)

Diğer taraftanKaragöz üzerinde uzun zamanlardan beri uğraşan muhtelif mecmualarda buna dair tetkikleri çıkan ve yakında da bir kitabının çıkacağını öğrendiğimiz İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi doçenti abri Esat iyavuşgil’e nazaren hayal oyununun menşeini Çin’de değil Orta Asya’da aramak lazım gelir.(3)

“Elimizdeki vesikalar ve mantıki deliller hayalin bazı iddiaların aksine olarak Aksayı Şarkta değil Orta Asya’dan doğduğunu ve muhtelif istikametlerde yayılarak muhtelif cemiyetlerin bünyesine intibak ettiğini gösteriyor. Hayal oyununun çok eski devirlerde Orta Asya’da Hint’te, Cava’da, Çin’de, Siyam’da ve Japonya’da yaşadığına dair kati bilgiler mevcut olduğu gibi on yedinci asırdan itibaren İtalya’dan başlayıp İskandinavya’ya kadar bütün Garp memleketlerine yayıldığını gösteren vesikalar vardır.

Biz sadece hayalin kendisine menşe olan diyardan kalkarak mütemadiyen garba doğru akın eden Türk kütlelerinin güzergahı boyunca yayıldığını söylemekle iktifa edelim. Orta Asya’nın eski Türk lehçelerinde (Kavurcak) veya (Kabarcık) kelimesinin mevcudiyetinden başka bir Acem müverrihinin on üçüncü asrın ilk nısfında Cengin’in oğullarından Oktay Han’ın huzurunda hayal oynattığına dair olan kaydı keza daha evvel on ikinci asırda yaşamış bulunan Şeyh Attar’ın “Üştürname” adlı eserinde gayet mahir bir suretbazdan bahsederken bu zatın Türk olduğunu tasrih etmesi gibi noktalar yukarıda hayalin Orta Asya’dan kalkarak maveraünnehir ve şimali İran’dan geçip Anadolu’ya geldiği hakkındaki mütaelayı takviye decek mahiyettedir. Yine bu görüşü takviye edecek mahiyette olmak üzere “Chodzko” nun “Teâtre Presan” adlı eserinin mukaddimesinde şöyle bir kayda rast geliniyor: “Müellif hayalden bahsederken çok eski devirlerden beri bu mıntıkanın ve hasseten Türk menşeinden gelme göçebe kabilelerin milli oyunudur” yine aynı eserde bu İran’da yerleşen Türk kütlelerine hayal oyununun kahramanı tasvir olunur. Keçel Pehlivan adını taşıyan bu tip fizyonomi bakımından bizim Karagöz’ü andırır.(4)

Hayal oyununun tamamıyla remzi bir mahiyet arz etmiş olması garp ve Acem memleketlerinde olduğu gibi bizde de tutunması keyfiyetini doğurmuş, tasavvufi bir kıymeti haiz bulunması itibari ile de mutassıp muhitlerde müsamaha ile karşılanmıştır.

Bu mesele üzerinde tetkiklerini derinleştirmiş olanlar “Gerek Selçuklu devrinde gerek Osmanlı İmparatorluğu’nun teşekkülü anlarında oynatılan hayalin mevzu itibariyle tamamıyla tasavvufi olduğunu yazmaktadırlar.(5)

Osmanlı İmparatorluğu’nun teşekkülü anından son devrelerine kadar önce tasavvufi manasıyla sonra satirik hüviyeti ile sarayda -Fatih zamanı müstesna- umumiyetle rağbet görmüş olan hayal oyununun ne zaman “Karagöz” adını aldığını kati surette gösteren bir vesika yoktur.

Dillerde dolaşan ve hakikati tevsik edilememiş olan rivayetler Karagöz perdesinin iki mühim şahsiyetini “Karagöz ile Hacıvat’ı” Bursa’da yaşamış iki şahıs olarak gösterir.

İlk defa Evliya Çelebi’de Karagöz’den “Karagöz İstanbul tekfuru Konstantin!in seyisi idi. Edirne kurbündeki Kırk Kilise’den bir miri sahibi kelam, ayyarı cihan kıpti idi. Adına (Sofiyozlu Karagöz Balî Çelebi) derlerdi. Tekfur Konstantin yılda bir kere (Alaattini Selçuki’ye) gönderince Hacıvat ile Karagöz’ün birbirleriyle mübahese ve mücadelelerini o zamanın pehlivanları hayali zille koyup oynatırlardı. Hacıvat ki Bursa’lı Hacı İvaz’dır. Selçuklular zamanında (Yorkça Halil) ismiyle müsemma peyki resulullah idi. Efe oğulları namıyla ecdadları söhret bulmuştu” diyerek bahseder” (6)

Evliya Çelebi’nin bu kaydı hayal oyununun Karagöz adını ne zaman aldığı hkkında bizi tenvir edemediği gibi Karagöz^ün şahsı hakkında verdiği malumat da daima münakaşa götürür mahiyettedir.

Yalnız her cephesinden bütün heyet ve heybeti ile bir halk tipi olan Karagöz’e Çingânedir deyivermek asırlarca halkın zevkine tercüman olmuş, onu güldürmüş ve cemiyetin pürüzlerini mizah ve hezelin tırnağı ile didiklemiş olan Karagöz’e hürmetsizlik olacağı kanaatindeyim.

  1. Ders notları (Dil fakültesi) Halk edebiyatı
  2. Selim Nüzhet, Hayalin hakikati, Türklük mecmuası sayı8
  3. Sayın Sabri Esat profesör olmadan yazılmıştı
  4. Sabri Esat Siyavuşgil, İstanbul’da karagöz, karagöz’de İstanbul, sayfa 4 Eminönü Halkevi neşriyatı
  5. Aynı eser sayfa 13
  6. Evliya Çelebi cilt 1 sayfa 655

Reşat Oğuz – Karagöz’de Halk Türküleri ve Halk Hikayeleri – Erciyes Matbaası 1946

Nev icad Karagöz

Nev icad Karagöz, klasik Kar-ı Kadîm” tarzın dışında kalan güncel Karagöz demektir. Nev icad karagöz oyununda her türlü doğaçlama yapılabilir, her türlü  güncel motif (tipleme, müzik, eşya, dekoratif tasvir vs.) kullanılabilir. Örneğin politik göndermeler yapılabilir, günün ekonomik gelişmeleriyle ilgili espriler yapılabilir, gündemde olan ünlü biriyle ilgili espriler yapılabilir, ama tabii hiç kimseyi incitecek şekilde seviyeyi düşürmeden. O günlerde moda olan şarkılar çalınabilir, söylenebilir. Yani seyirci seyrettiği Karagöz oyununun güncel olduğunu, ezberlenmiş bir metnin oynatılmadığını hissetmeli. Karagöz oyunun özü budur zaten (Kâr-ı kadim hariç tabii). Örneğin bir öğretmen sınıfta çocuklara Karagöz oynatarak bir ders anlatabilir (oyun ile öğrenme), ya da seyriciye yabancı bir dil öğretilebilir, Karagöz’ün karşısına bir yabancı gelir ve Hello der, Karagöz bunun ne anlama geldiği bilmez ve Hacıvat’a sorar, Hacıvat’da “Hello demek İngilizcede merhaba demektir Karagözüm sen de ona Hello de” der, bu şekilde yabancının her söylediğini Hacıvat’a soran Karagöz yavaş yavaş İngilice öğrenir, aslında oynatan kişi seyirciye İngilizce öğretmektedir. Bunun gibi örnekler çoğaltılabilir. Prof. Metin And hocamız Karagöz oyunun bu durumuna serbest biçim derdi. Karagöz oyununun kuralları dışına çıkmadan (Mukaddime, Muhavere, Fasıl ve Bitiş) oyunu serbest bir biçimde oynatmak. Nev icad Karagöz budur.

Hacıvat
Klasik Hacıvat