Kukla; Elle veya iplerle hareket ettirilerek oynatılan küçük bebekler. Kukla oyunları çocukların en büyük eğlencesi ve kukla tiyatrosu onun tabii tiyatrosudur. Kukla’nın tarihi hemen hemen beşeriyet kadar eskidir. Çocuk eline geçen bir ağaç parçasını insan farzederek onu hareket ettirip oynattığı zamandan itibaren kukla doğmuştur. Çocukların böyle bebeklerle oynaması ve onu konuşturması en iptidai insanlardan beri devam edegelmektedir. Eski Mısır’daki bir çok çocuk mezarlarında bulunan ve milattan üç dört bin sene evvellerine ait olan ağaç veya fildişinden yapılmış bebekler bize bunu göstermektedir. Çünkü Mısır’lılar ölümden sonra yaşandığına inandıkları için mezarlarına bebeklerini de koyarlardı. Yine Mısır kabartmalarından birinde kukla oynatan bir kuklacının resmi görülmüştür ki bu da kukla oyunlarının ne kadar eski olduğunu antalmaktadır.. Eski Yunanistan’da da pişmiş topraktan yapılmış bebekler bulunmuştur. Tiyatroya meraklı olan Yunanlılar hususi küçük sahneler kurarak kuklalarla temsiller vermişlerdir. Büyük tiyatroların orta yerine konulan eğreti sahnelerde oynatılan bu kuklaları binlerce halkın görebilmesi için insan büyüklüğünde yaparlarmış. Bunların mekanizmaları da çok mükemmel olduğu tarihi yazılardan anlaşılmaktadır. Sahnenin önünde duran bir adam da ağzına tuttuğu bir boru ile bu kuklaların sözylemesi lazım gelen sözleri yüksek sesle söylermiş. Bu tiyatrolarda umumiyetle zamanın filozofları, siyasi ricali, muharrirleri ve şairleri taklid edilir ve onlarla alay edilerek halkı eğlendirirlermiş.
İpli kukla ve oynatılması
Eski Romalılarda da kukla oyunları yapıldığı yazılı vesikalardan anlaşılmaktadır. Orta Çağda da kukla oyunlarına tesadüf edilmektedir. Bunlar ekseriya panayırlarda görülürdü. Seyyar kukla oynatıcıları şehir şehir dolaşarak hemen kuruverdikleri küçük sahneciklerde kukla oynatarak halkı ve çocukları eğlendirirlerdi. Fakat o devirlerde sihirbazlığın uğradığı takibat ve cezadan dolayı, bunların bir şeytan işi olduğuna itikad edilerek öldürülmekten korkan bu kukla oynatıcılar oynattıkları kuklaların mekanizmasını ve iplerini aynı zamanda halka göstermek suretiyle tehlikeden âzade olmaya çalışırlardı. Bunlar şatolara ve saraylara da giderek orada temsiller verirlermiş.
Feodalite (Derebeylikler) devrinde Avrupa medeniyeti büyük bir atalet içinde idi. Rönesans devrini açmakla bu atalatten kendini ilk kurtaran İtalya’da bütün sanatlar gibi sahne sanatları da inkişafa (ilerlemeye) başlamış ve halkta yeni bir tiyatro zevki uyanmıştı.. Her tarafta küçük küçük tiyatrolar kuruluyor, meydanlarda halka temsiller veriliyordu. Bunlar arasında kukla tiyatroları da görülüyordu. Kuklacılar hemen dört direk dikerek üstüne bir kırmızı bez gerer ve içine girip etrafa toplanan halka ve çocuklara gülünçlü piyesler oynatırlardı. Bu kukla oyunları artık tiyatro gibi piyesler oynatırlardı. sahne eşhası arasında en mühim rolü oynayan kukla Polliçinello idi. Bu şahsiyet karakter itibariyle bizdeki Karagöz‘ün mukabili idi. Başında beyaz bir külah, sırtında gömlekle çıkar, uzun burunlu ve tuhaf simalı olup hareket ve sözleriyle herkesi güldürüdü. Alt taraftan bunun gömleği içine el sokulup tutularak ve parmaklarla kolları ve başı hareket ettirilerek oynatılan bu kuklaların belden aşağı kısımları görülmezdi ki bu nevi kuklalara el kuklası (Fr. Marionette) denir. Polliçinello denilen bu kukla oyunları İtalya’nın her tarafında çoğalmış ve rağbet kazanmıştı. Bunlar o zamanki hakiki sahne artistlerine benzeyen kuklalar yapmışlar ve onları taklid etmeğe başlamışlardı. İşte Arlekin, Pierot, Kassandr, Skaramuş gibi kukla eşhasına verilen isimler o zamanlardan kalmadır. Rasgelen yere sahnesini kurarak kukla oynatanlar ancak oyun sonunda para toplamak suretiyle para kazanırlardı. İtalya’nın büyük şehirlerindeki tiyatrolara zarar vermemek için bir zamanlar açıkta kukla oynatılması yasak edilmiş ve kapalı yerlerde de ancak güneş batıncaya kadar oynayabilmeleri serbest bırakılmıştı.
XVII. Asırda İtalyanlar bir nevi kukla daha icad ettiler ki bu kuklalar yukarı taraftan iplerle oynatılırdı. Bu nevi kuklaların başına ve elleriyle ayaklarına bağlı olan iplikler yukarıdan çekilmek suretiyle kukla hareket ettirilirdi. Bu vechile artık el kuklalarında gösterilemeyen belden aşağı kısımları göstermek çaresi bulunmuştu. İpli kukla dediğimiz bu kuklalara Fantoccini ismi verildi ki Fransızlar evvelkine Marionette veya Guingol (Ginyo) ve iple oynatılanlara Fantoche (Fatoş) derler. Kukla oyunlarında ipli kuklalarla büyük bir terakki (ilerleme) elde edilmiştir. Âdeta insan gibi hareket eden ve her vaziyeti alan kuklalar yapıldı. Bu kuklaların halk tarafından alkışlandığı vakit eğilerek selam vermeleri ve elini göğsüne koyup nezaketle çekile çekile kulise girmeleri seyircileri hayran ediyordu. Kuklalar hiç bir zaman tabii vaziyetleri tamamen taklid edemedikleri ve daima mübalağalı hareketler yaptıkları için sanat bakımından daha güzel bir tesir bırakıyor ve hoşa gidiyordu ki kuklanın en mühim ciheti de hareketlerinin böyle mizahi olmasındandır. Bunları oynatmak da öbür el kuklalarından daha güçtür. İpleri birbirine karıştırmaksızın her hareketi yaptırabilmek ve aynı zamanda konuşturabilmek kolay bir iş değildir. Bu âdeta keman çalmak gibi uzun bir melekeye ve büyük bir maharete muhtaç bir sanattır. Bu Fantocciniler yani ipli kuklalar öyle sokakta ve meydanlarda da oynatılmazdı. Küçük bir tiyatroları ve bir de hafif orkestraları olurdu. Gayet güzel elbiseler ve dekorlarla şarkılı oyunlar ve operetler de oynarlardı. Bu her iki nevi kukla İtalya’dan dünyanın her yanına yayıldı. Her millet bunlara kendi karakterini vererek millileştirdi.
Fransa’da en ziyade rağbet edilen oyunlar Fransız şövalyelerinin kılıç kalkanla döğüşmelerini gösteren oyunlardı. Bunlara sade çocuklar ve halk değil, hatta münevver (aydın) tabaka da çok alaka gösterirdi. Meşhur hikayeci Charles Perrault bile yazılarında bu çocuk işi gibi görünen büyük bir haz duyduğunu ve bunların terbiye üzerine olan mühim tesirini zikretmiştir.
Fransa’da el kuklalarına marionette denilmesi orada her küçük kıza Küçük Mari manasına bu ismin kullanılmasındandır. Çünkü o zamanları küçük kızlar bebeklerine hep bu ismi koyarlardı. Fransızlar kuklanın baş rolünü oynayan Polliçinello’nun ismini Polichinelle yaptılar ve onun göğsüne ve sırtına birer kambur ilave ederek daha tuhaflaştırdılar. XVII. Asır ortalarında Fransa kralı VII. Charles’ın İtalya seferinden sonra Fransa’da inkişaf eden kukla tiyatrosu pek moda olmuştu. saraylar ve şatolarda kukla oynatılırdı. Bu sebeple birçok İtalyan kuklacıları Fransa’ya göç etmeye başladılar.
1640 da Pierre Brioche ismindeki bir sokak dişçisi Paris’te Pont Neuf (Yeni köprü) üstünde bir seki kurarak üstüne bir kukla ustası yerleştirmek suretiyle halkı çekmek çaresini bulmuştu. Kukla oynarken dişçi de halk arasından isteyenlerin dişini çeker ve bu suretle acısını duyurmazdı. Pierre Brioche kukla ustalığının dişçilikten fazla kazanç temin ettiğini görünce mesleğini bırakarak kukla ustalığına başladı ve kral XIV. Louis’nin sarayına çağırılarak orada prensleri eğlendirir bu suretle günde yirmi altın kadar kazanırdı.
Sonraları İsviçre’ye giderek kukla oynatmaya başladı. Fakat orada sihirbazlıkla itham olundu ve bebeklerini nasıl oynattığını göstererek ölüm cezasından güç bela kurtuldu. Onun oğlu François de babasından daha meşhur bir kuklacı oldu.
Kral XIV. Louis, Briocha’a yirmi sene Paris’in her tarafında kukla oynatma imtiyazı vermişti. Bu tiyatroya ilk oynadığı muzıkalı bir piyesin ismi olan Pygmees ismi verilmişti. Pygmees denilen bu tiyatro o zamanın müzik akademisi olan opera kadar büyük muvaffakiyet (başarı) kazanmış ve âdeta ona bir rakip olmuştu. Operanın müraacatı üzerine Kral, kuklacı Grille’in kuklalarını yasak ettirdi. O da o vakit bir çocuk tiyatrosu yaptı fakat çok muvaffakiyet elde edemedi. Biraz sonra yine kuklalarına başladı fakat operanın müdahale ile yine menolundu (yasaklandı). Opera ile kukla arasındaki bu mücadele bir müddet devam etti. Sonra yalnız bir veya iki kuklanın karşı karşıya konuşmasına ve söyleyenin ağzına behemahal bir düdük alarak sahne artistlerine benzememesi şartiyle oynamasına müsaade edildi.
Komedi Fransız ve opera aritstleri kendilerini taklid eden bu küçük artistleri çekemiyor ve onları büsbütün ortadan kaldırmak istiyorlardı. Mütemadiyen krala müraccat ederek kukla tiyatrolarının yasak edilmesini rica ediyorlardı. Kuklalar bir gün menediliyor öbür gün yine başlıyor ve operayı taklid ederek şarkılarına devam ediyorlardı. Hakiki artistleri taklid eden bu oyunlar halkı çok güldürüyordu. Poliçinello sahneye çıkınca tıpkı büyük artistler gibi halkı selamlıyor ve söyleyeceklerini söylüyordu. Halkın bunlara çok sempatisi vardı, kuklacılar da buna dayanarak hayatlarını kazanmak yolunda her gün mücadele ediyorlardı. Gün geldi ki bu âdeta bir hükümet meselesi oldu. Halk derin ve sıkıcı edebiyatla meşgul olacak yerde bu kolay anlaşılır şeyleri dinlemek ve eğlenmeyi tercih ediyordu. Bu yüzden tiyatro müşterileri azalıyordu.
17. Asırda Paris’in panayırlarında kukla tiyatroları âdet olmuştu. Bu 1660 dan 1670 e kadar devam etti. Bu esnada kuklaya olan rağbet diğer tiyatrolara zarar vermesi düşünülerek tiyatroların başladığı saatlerde kukla oynatılması yasak edildi. 18. asırda kukla oyunları daha çoğaldı. Artık her türlü piyesler oynanıyordu. Bahusus zamanın aktörleri ve piyesleri tehzil (alay) edilerek karikatürleştirilmek suretiyle temsil olunuyordu.
1741 de en mâruf (tanınmış) kukla tiyatrosu direktörü Bienfait isminde bir adamdı. 1749 da kralın huzurunda kukla oynatmaya muvaffak olan bu zat çok şöhret kazanmıştı. Fakat bu tarihten sonra inhitata (düşmeye) yüz tuttu. Artık tiyatro sanatından ve edebiyattan uzaklaştı ve mihaniki hareketlerde ilerlemeye başladı. Bienfait ile başlayan bu yeni tarz kukla sahnelerinde fırtınalar, batan gemiler vesaire gibi şeyler gösterilmeye başlandı. Fakat panayır halkı bu tarz a o kadar rağbet göstermiyordu. 1768 de Nicollet ismindeki bir kuklacı Paris’te yeni açılan Temple bulvarı üzerinde bir baraka kiralayarak kukla oynatıyordu. Kazandığı para ile bir kâgir tiyatro inşaasına muvaffak oldu. Bu tiyatroda cambazlar, kuklalar, marifetli hayvanlar gösteriliyordu. Bilâhare Palais-Royal’deki tiyatroda kukla oyunları gösterilmeye başlandı. 1784 de bizim karagöz’e benzeyen Çin gölgeleri yani Çin hayal oyunları moda olmuştu. Büyük ihtilal esnasında bu tiyatro devam devam etti ve buna kukla da ilave edildi. Bunu yapan Seraphin ismindeki sanatkar aynı zamanda bu oyunları siyasete bir propoganda olarak da kullanıyordu. Bundan sonra ihtilal esnasında kukla da ortadan kalktı.
O zamanları Poliçinello nereye saklandı, fakat 1820 de tekrar meydana çıktı. Sahneyi terk eden bu kukla eski zamanlarda olduğu gibi açıkta bir iskemle üzerinde iple hareket ettirilir şekilde ortaya çıktı, yaya kaldırımları üzerinde oynamaya başladı. Elinde bir çalgı veya ağzında bir düdük çalarak dizine bağlı bir iple bunları oynatan ve bu emeklerine mukabil halktan para toplayanlar görüldü. Bazı İtalyanlar ve Çingeneler de sokaklarda ve köşe başlarında kurdukları bezden bir küçük perde arkasına diz çökerek bu kuklaları oynatmak suretiyle beş on kuruş kazanmağa çalıştılar. Artık kukla fakirleşmiş ve bir dilenci mahiyetini almıştı. Fakat 19. asırda yine gençliğin merakını ve rağbetini çekerek küçük tiyatrolarda ve Paris’in Tuileries gibi güzel bahçelerinde çocuklara temsiller vermeğe başlamıştı. Ağaçların gölgelerinde kurulan kukla tiyatroları etrafına toplanan çocuklar ve büyükler kuşların cıvıltıları arasında bu güzel oyunları seyreder ve vakit geçirirlerdi. Bu kuklacılar arasında Anatol isminde büyük bir artist vardı. Üçüncü Napoleon zamanında saraya kabul edilmiş ve oyunlar vermişti. Bu zât 1897 de ölmüştür.
Lyon şehrindeki kuklalar da meşhurdur. 1803 de Lyon’da Laurent Mourguet isminde bir kuklacı da epey tanınmıştır.
İpli kuklayı tekâmül ettirerek (geliştirerek) âdeta canlı bir hâle koyan İngiliz Thomas Holden’dir. Bu zat 1875 de Paris’e gelerek temsiller vermiştir. Thomas holden 1888 de İstanbul’a da gelmiş ve oyunlar vermişti. Bu zat kuklacıdan ziyade bir hokkabazdı. Bunun kukla oyunları tiyatro ve sözden ziyade bebek hareketleri ve mekanizması noktasından harikulade şeylerdi. Bunları eğer on beşinci asırda göstermiş olsaydı mutlaka sihirbazlıkla ittiham olunarak yakılırdı. Ondan sonra Charles ve Alfred kardeşler zuhur etti ve Holden kadar hünerli kuklalar gösterdiler. Bunlar Paris’te Robert Houdin ismindeki hokkabazın ismini taşıyan tiyatroda oynatılıyordu. Hanvelt ismini alan kuklacı Charles minimini bir orkestra heyetini makinalarla tahrik ederek çalgı çaldırıyor ve sahnede şarkı söyleyen bebeklere refakat ettiriyordu. Önlerindeki kukladan orkestra şefi de bu esnada değneğini sallayarak tempo tutuyordu. Hatta küçük sahnenin iki tarafında küçük localar yapılmış ve bunlarda oturan kuklalar ellerinde dürbünlerle sahneye bakıp seyretmek hareketini yapıyorlardı.
1880 de de Henri Signoret ismindeki bir zat bir kukla tiyatrosu yaptı. Bu tiyatro fevkalade idi. Bunda bütün Yunan klasikleri ve Shakespeare’in eserleri oynandı. Bunun bebekleri iple oynatılmayıp aşağıdan makine ile oynatılıyordu. Her bebek bir mile takılı olup altındaki bir kutuya raptedilmiş mandallarla âzaları hareket ettriliyor ve dışarıdan ayaklarına kadar görülüyordu. Bu kuklaları seyreden muharrir Anatole France yazılarında onları seyretmekten duyduğu haz ve zevki uzun uzadıya anlatmaktadır.”Aktörler beni şahıslarıyla meşgul ettikleri için piyese vereceğim dikkati daima azaltmaktadırlar. halbuki kuklaları seyrederken yalnız piyesle meşgul oluyorum”
Kuklanın Fransa’daki bu tarihi İspanya , Almanya ve İngiltere gibi memleketlerde de geçirdiği safhalar hakkında bir fikir vermektedir.
Çin’de ve Japonya’da da hayli zamandan beri kukla mevcut olduğu kitaplar ve resimlerden anlaşılmaktadır.
İspanya’da kuklaya Karakuri Ningyo derler ki oynayan bebek manasındadır. Bunun bizim Karagöz tâbirine benzemesi tetkike şâyandır. Bazı kitaplardan anlaşıldığına göre Japonlarda ipli kuklanın zuhuru 1700 den sonradır. Japonya’da ipli kuklaları Yuki Magosaburo’da bir adam icad etmiş ve bütün hareketleri iplerle idare etmek suretiyle oynanan bu kukla tiyatrosunu vücuda getirmiştir. Şimdi yalnız Bunrakuza denilen tarzı kalmıştır. Bu tarz 1799-1800 seneleri arasında taammüm eden bir usuldur. Bunlar klasik Japon tiyatrosunun bütün oyunlarını oynarlardı. Bu kuklaları oynatanlar kukla sahnesinde gizli olmayıp siyah siyah elbiselerle dururlar ve kendilerini bu suretle görünmekten biraz saklarlar. İçeriden de koro heyeti şarkı söyler ve muzıka ile kuklalar raksettirilir. Bunlar Polliçinello veya Ginyol tarzındaki kukla tiyatrolarıdır.
İran’da da bu el kuklaları oynatılmaktadır. İran’da bu kukla tiyatrolarındaki baş rolü oynayana Keçel Pehlivan derler, bunun bir ismi de bînam dır ki adsız anlamına gelir.
Türkler dînen pek iyi görülmeyen mücessem suretler yerine perde üzerinde hayal göstermeği ve deriden kesilmiş resimlerle oyunlar temsil etmeyi tercih eylediğinden Türkiye’de hayli zaman kukla taammüm edememiştir.
Türkiye’de kukla oynatılması XVIII. asırdan sonra olduğu tahmin edilmektedir. Bunlar el kuklalarıdır. İtalya’dan gelen bu tarz kukla oyunları sokaklarda oynatılırdı. Arkasında katlanmış bir bezli paravana ve boynunda kayışlarla asılı bir küçük sandık olduğu halde mahalleleri dolaşan kuklacılar ağızlarında sakladıkları bir dilli düdükle çatlak bir ses çıkararak sokaktan geçerler ve evlerden çağırılınca bir iki dakika içinde bu paravanayı kurar ve ağzındaki düdükle şarkılarına devam ederek sandıktan kuklaları çıkarıp paravananın üst kenarından göstererek maskaralıklara başlardı.
Büyük burunlu, koca başlı, iri gözlü olan ve İtalyanların Polliçinellosunu taklid eden bu kuklaya Karagöz veya İbiş derlerdi. Bunun bir adı da Baba Nuh veya Baba Ruhi’dir ki sonradan Beberuhi denmiştir. Bu ibiş Fransızların polişineline muadildir, fakat onun gibi arkasaında veya önünde kamburu yoktur; yalnız burnu büyüktür ve başında uzun püsküllü bir uzun fesi vardır ki hareket ettikçe bu uzun püskül fırıl fırıl döner. O da garp polişineli gibi eline aldığı uzunca bir sopa ile herkesi döğer. Mesela karşısına çıkan zorba bir Arnavut ile aralarında şöyle bir sahne geçer.
Arnavut “Tuna da çırpar bezini, Ha mori mori” diye bağırdıkça ibiş korkusundan titrer “bırrrrrr” diye bağırır ve arnavutu taklit eder. Arnavut derdini dökerek ibişin efendisinin kızını sevdiğini ve onu almağa geldiğini anlatır. İbiş olmaz falan derse de anlatamaz, dur gideyim getireyim der ve içeri gider. Sonra yavaşça sopasıyla gelerek al sana kız diye yapıştırır ve Arnavut’u öldürür. Yanına yaklaşarak ölüp ölmediğini sorar, cevabı alamayınca öldüğünü anlayarak korkup kaçar. Arnavut perdenin kenarına asılı kalır. O esnada papazlar gelir, başlarını birbirlerine vurarak dualar ederler ve ölüyü kaldırırlar. Sonra İbişi yakalamak için zaptiye gelir, ibiş onları da bir güzel pataklar, o esnada adaleti temsil eden canavar gelip ibişi burnundan yakalar ve bağırta bağırta götürür. Bu canavar kıllı ve boynuzlu yuvarlak bir mahluktur. Rumlar bu ibişe fasuli derler. O vakit kuklacıların ekserisi Rum olduğu için bazı Rum mahallelerinde Rumca olarak oynatılırdı.