Çıraklık, kalfalık, ustalık, yaklaşık otuz yıl ayakkabı imalatçılığı yaptım, kadın ayakkabısına “zenne” denir, benim de yaklaşık 8-10 kişinin çalıştığı bir zenne atölyem vardı. Tâ ki 1994 yılında 5 Nisan ekonomik kararları alınan kadar. Bir anda tüm ekonomi durdu, küçük esnafın işleri bozuldu, intihar edenler, aklını kaybedenler çok oldu. Doğal olarak benim de işlerim bozuldu, hatta bozuldu kelimesi hafif kalır, tam olarak sıfırı tükettim, psikolojim bozuldu, panik atak oldum, iki yıl kadar Bakırköy’de ayaktan tedavi gördüm. Ortalamanın üzerinde bir yaşam standardım varken birden bire dibe düşmüştüm. Birkaç yıl işleri düzeltmeye çalıştım ama ekonomik yıkım o kadar güçlü olmuştu ki etkileri herkeste olduğu gibi bende de yıllarca sürdü.
O zor günlerden birinde bir Cuma günü öğleden sonra atölyemin olduğu Gedikpaşa’dan Sirkeci ile Sultanahmet arasında bir yerde olan vergi dairesine giderken Cağaloğlu meydanındaki bir kitabevinin vitrininde “Karagöz Okulu Açılıyor” yazan A4 büyüklüğünde bir yazı gördüm. Yazının hemen altında telefon numarası yazıyordu, telefon numarasını not aldım ve vergi dairesindeki işim bitince atölyeye döner dönmez telefon numarasını aradım (o zamanlar cep telefonları yeni çıkmıştı, ben ise ekonomik olarak çökmüş biri olduğumdan dolayı cep telefonum yoktu, sabit telefon tek seçenekti)
Telefona çıkan kişi o günün kayıt için son gün olduğunu, muhtardan alınacak ikametgâh senedi vs gibi belgelerle başvurmam halinde kaydımı yapabileceğini söyledi. Kursun yapılacağı, dolayısıyla kaydın da yapılacağı adres Nişantaşı’nda, ben Gedikpaşa’dayım bağlı olduğum muhtarlık ise Avcılar’da, yani benim gidip gerekli belgeyi almam ve kayıt yaptırmam mümkün değil. Bu durumu telefondaki kişiye söyledim ve ısrar ettim, ısrarım üzerine “Peki, ben kişisel inisiyatifimi kullanarak size Pazartesi günü mesai bitimine kadar süre tanıyorum, gerekli belgeleri Pazartesi getirirseniz kaydınızı yaparız yoksa bu işi unutun” gibi bir şeyler söyledi. Pazartesi günü gerekli evrakları hazırlayarak gittim ve kaydımı yaptırdım.
Bir sonraki gün mü ya da bir hafta sonra mı tam hatırlayamıyorum bir Salı günü kursun açılışı vardı, doğal olarak ben de gittim. Ben ders başlayacak diye beklerken birçok televizyon kanalından gelen kameralar, İl Kültür Müdürü, İl Milli Eğitim Müdürü gibi kişilerin katıldığı benim daha önce görmediğim bir seremoni yapıldı. Çok şaşırmıştım.
Bu arada geçen Cumartesi ve Pazar günü kursa kayıt yaptıranları mülakata almışlar, herkesin bildiği gibi mülakat, istenmeyen (hoşlanılmayan) kişileri eleme aşamasıdır. Ben Cuma günü mesai bitimine kadar kaydımı yaptıramadığım için mülakat aşamasını otomatik olarak geçmiştim.
Neyse, kurs başladı, kursun Genel Sanat Yönetmeni Tacettin Diker idi, oynatım dersleri birkaç hoca tarafından verilecekti, tasvir yapımı dersleri ise Orhan Kurt tarafından verilecekti, kursa katılan kişi sayısı yaklaşık 35 kadardı, bu kişilerden üçünün zaten profesyonelce Karagöz oynatan kişiler olduğunu sonradan öğrendik. Bu üç kişinin profesyonel karagözcü olduğunu öğrendiğimde ben çok şaşırmıştım, “Eee, madem bu işi biliyorsunuz neden kursa katılıyorsunuz” diye sorduğumda “sertifika için” demişti kendisini kurs birincisi seçtirtmek için kulis yaptığını ve herkese hediyeler verdiğini sonradan öğrendiğimiz kişi. (Aradan uzun yıllar geçtikten sonra aynı yöntemle kendisini yaşayan insan hazinesi seçtirtmeyi de başardı, Karagözcüler arasında bu ikinci torpille yaşayan insan hazinesi ödülü oldu, Orhan Kurt’da torpille almıştı, Alpay torpille alan ikinci kişi oldu. İkisinin de internette doğru dürüst videosu yok, Karagöz Hacıvat sesleri yok çünki, kötü oynattıkları gizlenmeye çalışılıyor)
Karagöz sanatı ile alakalı alakasız pek çok kişiye ders yazmışlar, gelenlerin önemli bir bölümü Karagözü anlatmıyorlar (bazıları zaten anlatamıyorlar, onlarda o kapasite yok) sadece anılarını anlatıyorlar.
Bir gün derse Metin Özlen diye biri geldi, Metin Özlen diğerleri gibi değildi, anlatacağı konuyu dosya kâğıtlarına yazmış ve o yazdığı metni takip ederek konuyu anlattı. Ben Metin Özlen kimdir bilmiyordum, o zamanlar internet böyle yaygın değildi, yani internete girip araştırma şansımız yoktu.
Aradan günler geçti, kurs devam ediyordu ama konu bir türlü Karagöz tasvirleri nasıl yapılır, nasıl oynatılır konusuna gelemiyordu. Karagöz Hacıvat tasviri bile görmedik. Bu aylarca böyle devam etti. Ve kursiyerlerin bazıları baktılar ki boşu boşuna kursa gidiyoruz yavaş yavaş terkler başladı. İlk başta yaklaşık 35 olan kursiyer sayısı 15 civarına düştü. Bunun üzerine kursu düzenleyen vakıf yönetimi kursun genel sanat yönetmenliğini Tacettin Diker’den alarak Metin Özlen’e verdi. Kurs işte o günden sonra kurs oldu.
Metin Özlen bizlere Karagöz Hacıvat kalıpları verdi ve herkes kartondan yapsın bir bakalım dedi. İlk defa fiili olarak Karagöz çalışması yapacaktık.
Ben kursa gitmeye birkaç saat kala kırtasiyeden öğrencilerin kullandığı ince beyaz kartondan alarak atölyemde Karagöz Hacıvat tasvirini kestim, bağladım ve hazır duruma getirdim. Akşam kursa gidince hocanın masasına bıraktım. Metin Bey herkesin yaptığı karton tasvirleri inceledi, benim yaptıklarımı eline aldı ve bana “Siz Karagözcü müsünüz” diye sordu. “Hayır Hocam ben ayakkabıcıyım” cevabı verince, “Haa evet, sizin çok keskin bıçaklarınız var değil mi, onunla yapmışsınızdır, bunlar usta işi olmuş” deyince ben teşekkür etmiştim. Yaptığım karton tasvirleri Metin Bey çok beğenmişti.
Sonra bir gün Metin Bey kendi Karagöz Hacıvat tasvirlerini getirdi ve kursun yapıldığı mekanda bulunan sabit karagöz perdesinde “herkes becerebildiği kadarıyla kısa bir oyun yapsın” dedi. Yakın bir zamanda Kalan Müzik tarafından yayınlanan bir kaset vardı “Golden Horn Ensamble”, kasette karagöz oyununda kullanılan bazı şarkılar vardı ama en önemlisi kasetin başında Hayâlî Küçük Ali’nin yaklaşık dört dakikalık bir mukaddimesi vardı. Benim gibi konuya yabancı olan biri için en önemli örnek bu mukaddime idi. Ben sürekli bu kaseti dinleyerek hem mukaddimeyi hem de diğer şarkıları tamamen ezberlemiştim. Kasette Hacıvat semaisi olarak da “On kere demedim mi sana sevme dokuz yar” adlı eser vardı.
Herkes teker teker perde arkasına geçti ve becerebildiği kadarıyla karagöz oynattı, işin ilginç tarafı istisnasız herkes oyuna “On kere demedim mi sana sevme dokuz yar” şarkısıyla başladı. En son ben oynatacaktım. Perde arkasına geçince herkesin söylediği şarkıyı söylemek yerine “Hicranı açmıştır sinede yâre (Sabret gönül bir gün olur bu hasret biter)” adlı şarkıyla giriş yaptım, ben şarkıyı okurken bir arkadaş da def ile bana ritm tutuyordu, Metin Bey ise ta ilk baştan beri seyirci koltuğunda oturmuş seyrediyordu, birden Metin Beyin arkaya geldiğini gördüm, def çalan arkadaşın elinden defi aldı ve benim söylediğim şarkıya def ile eşlik etmeye başladı. Ben şarkıyı bitirdikten sonra Hayâlî Küçük Ali’den ezberlediğim oyunu oynattım ve bitirdim. Bitirir bitirmez Metin Bey bana “Siz şarkıcı mısınız” diye sordu, “Hayır hocam geçende de söylemiştim, ben ayakkabıcıyım” dedim, bunun üzerine “Aynı profesyonel şarkıcı gibi okuyordunuz şarkıyı” dedi.
Zaman su gibi aktı ve kurs bitti, kurstan önce de zaten yıllardır profesyonelce karagözcülük yapan iki kişiyi birinci ve ikinci seçmişler (burada ahlâkî bir sorun var, kurs düzenliyorsun ama o işi profosyonelce yapan kişileri 1. ve 2. seçiyorsun, kursu düzenleyen vakıf yönetimi hocalara 1. ve 2. olması gereken kişileri söylemişler, Metin Özlen bana böyle anlattı), beni üçüncü seçmişler, Şahine Hatipoğlu ise dördüncü olmuş. Kursu düzenleyen vakıf yönetimi “birinci, ikinci ve dördüncü kısa birer oyun yapsın kararı almışlar. İkinci olan kişi birinci olamadığı için küsüp oynatmadan ayrıldı, Şahine ise “Ben hakkımı Emin’e devrediyorum” dedi ama vakıf yönetimi yine bana oynattırmadı, ve sertifikamı bile almadan oradan ayrıldım (Çocuk Vakfı yöneticilerine bu adaletsizliklerinden dolayı hakkımı asla helal etmiyorum). Ben her zaman elinde ya bir kitap ya bir dergi ya da Cumhuriyet gazetesi olan biri olduğumdan beni zaten sevmezlerdi.
Aradan birkaç ay geçti, ben atölyemi tamamen kapattım, ustası olduğum ayakkabıcılık sektörü çöktüğü için iş bulmak da mümkün değildi, hayatımın en sefil günleri idi.
Bir gün gazetede bir ilan gördüm, o zamanlar çok moda olan tencere tava pazarlama işi, aslında benim yapabileceğim bir iş değildi ama denize düşen yılana sarılır misali bir umutla telefon ettim, biraz konuştuktan sonra telefondaki kişi asgari ücretle yarın sabah gelin başlayın dedi.
Sabaha kadar uyuyamadım, çünkü benim için çok zor bir işti ev ev dolaşıp tencere tava pazarlamak. Sabah çok erken bir saatte telefon çaldı, “Allah Allah, hayırdır inşallah” deyip telefonu açtım, telefondaki kişi Metin Özlen idi. O kadar erken aradığı için özür dileyerek o gün BBC televizyonunu için bir gösteri yapması gerektiğini ama yardımcısı olmadığını söyleyerek “bugün gelip bana yardım eder misiniz” diye sordu, ben de “tabii ki hocam, yalnız ben bugün bir işe başlayacaktım, tahminen ne kadar sürer bu çekim işi” diye sordum, “öğlen olmadan biter” cevabı aldım. Bunun üzerine ben hazırlanarak çekimin yapılacağı Nişantaşı’ndaki kurs gördüğümüz binaya doğru yola çıktım. Oraya varır varmaz o gün başlamam gereken iş yerini arayarak çok önemli bir işim çıktığını söyledim, onlar da bana “ilk günden olur mu” gibi bir şeyler söylediler ve gelmeyin dediler.
Biz çekimlere başladık, hiç unutmuyorum İstanbul’un Fethini canlandırmıştık. Çekimler akşama kadar sürdü, akşam iş bittikten sonra tasvirleri topladık ve ben Metin Bey (yanında eşi de vardı) ve eşi için bir taksi bulup onları bindirdim, Metin Bey taksiye binerken bana bir zarf uzattı, belli ki içinde para vardı, ben almak istemesem de ısrar etti ve bana zarfı verdi.
Aradan bir süre geçti, ara sıra Metin Bey arıyor ve falan yerde oyunumuz var diyor ve ben de gidiyorum, böyle böyle ben Metin Bey ile birlikte oyunlara gitmeye başladım. Aynı yıl, 1998 yılının Kasım ayında Kültür bakanlığı bizi Mersin’e gönderdi, Mersin Devlet Opera Bale binası yapılmış ve orada her türlü kültürel etkinlikler yapılıyor, bir de karagöz olsun demişler ve bizi gönderdiler. Daha doğrusu Metin Beyi görevlendirmişler ama o bakanlığa bir yazı yazarak benim yardak olduğumu belirtmiş ve görevlendirmenin Metin özlen ve Emin Şenyer olarak yapılmasını istemiş.
Mersin’e gittik, ilk gün oyunumuzu oynattık ve akşama doğru bir şeyler yemek için bir balık lokantasına oturduk ve Metin Bey bana “Hani sen kartondan Karagöz Hacıvat yapmıştın, sonra da bir gün “Sabret Gönül” şarkısını söylemiştin ya, işte ben o zaman seni seçtim” dedi.
Meğerse “Sabret Gönül” şarkısının Metin Beyde bir hatırası varmış; Metin bey “Kanlı Kavak” oyununda Aşık Hasan oğlunu kaçıran kavak ağacının cini için “sabret gönü”l şarkısının melodisi ile bir ağıt okurdu. Bir gün TRT Ankara televizyonunda “Kanlı Kavak” oyununu oynatmadan önce bakmış ki “Sabret Gönül” şarkısının bestecisi Sadi Hoşses de orada, hemen gitmiş elini öpmüş ve o şarkıyı oyunda okumak için izin istemiş, Sadi Hoşses de bu durumdan çok hoşnut olmuş ve “Tabii evladım, çok memnun olurum demiş, oyunu da sonuna kadar seyretmiş. İşte bu şarkının bende çok özel bir hatırası var, sen o şarkıyı çok güzel okumuştun, ben o zaman “Bu adamdan iyi Karagözcü olur demiştim” dedi.
Bir gün Harbiye Muhsin Ertuğrul Şehir Tiyatrosunda oyunumuz vardı, oyundan sonra TRT ekibi hazırlamakta oldukları gölge oyunu konulu belgesel için Metin Bey ile röportaj yapıyorlardı, belgeseli sunan hanımefendi “Yetiştirdiğiniz kimse var mı” diye sorunca Metin Bey “Evet, Emin Şenyer’i yetiştirdim, kendisi çok güzel tasvir yapar, eskiden deriyi böyle güzel işleyenlere “Saraç” denirdi, ben de kendisine “Hayâlî Saraç Emin” mahlasını veriyorum dedi ve beni Hayâlî olarak ilan etti.
Aradan yıllar geçti, Metin Bey ile pek çok yere gittik, bir defasında Yunanistan’ın Patras şehrindeki uluslararası festivale davet edildi, bana haber verdi ve hemen pasaport çıkar dedi, zaman çok kısaydı, bu yüzden benim pasaportum yetişmedi (o zamanlar pasaport en az onbeş günde çıkıyordu) o yüzden Patras’a başkasını götürmek zorunda kaldı.
Birlikte yaptığımız en önemli çalışma ise 2007 yılında Türk Kültür Vakfı için yaptığımız yirmi klasik oyunun kaydıdır. Yaklaşık iki ay süren bu çalışmada dört müzisyen ile birlikte canlı müzik eşliğinde yirmi klasik Karagöz oyununu oynattık, oyunlar kayda alındı ve DVD olarak yayınlandı.
Metin Özlen gerçek bir yaşayan insan hazinesi idi, Karagöz kültürünü çok iyi bilirdi. Ve çok nahif bir insandı, o kadar uzun süre birlikte çalıştık, bir gün bile birine karşı sesini yükselttiğini görmedim.
Ruhu şâd olsun.
Not: T.C.Turizm ve Tanıtma Bakanlığı (Kültür Bakanlığı’nın o zamanki ismi buydu) 1976 yılında bir yarışma yapar, yarışmada Metin Özlen birinci seçilir, yarışma ile ilgili Metin Bey ile yapılan röportajı okumak için tıklayınız