Karagöz ve Kukla’ya ait kısa notlar

Kör Hasan hakkında
Evliya Çelebi, Murat IV zamanında ünlü hayal ustası Mehmed Çelebi’den bahsederken onu “Kör Hasan Zade” olarak gösterir. Evliya’ya göre bu Kör Hasan “bir rind-i cihan, musahib-i Yıldırım Han” imiş. Bazıları bundan Kör Hasan’ın Yıldırım Bayezid zamanında yaşadığını çıkarırlar. (Ali Rıza: İstanbul eğlenceleri; Enver Benhan Şapolyo: Karagözün tarihi. Bu sonuncusu hiç bir belgeye dayanmadan Yıldırım Bayezid zamanının meşhur hayalcisi Kör Hasan’dan bahseder). Buna karşılık bazıları da Evliya Çelebi’deki bu kaydın doğruluğundan şüphe ederler. (Selim Nüzhet Gerçek , Türk Temaşası’nda Murat IV zamanının meşhur hayalcisi Mehmed Çelebi’nin nasıl olup da iki yüz yıl önceki Kör Hasan’ın oğlu olacağını anlamadığını yazar. Sabri Esat Siyavuşgil ise bu nokta üzerinde ısrar etmez , sadece Evliya’nın ona ait sözlerinden bu zatın hayal oynattığı anlaşılmadığını yazar). Bu suretle birinciler bir tarih yanlışını kabullenmiş, ikinciler de Kör Hasan’ın varlığından, hiç değilse tanınmış bir Hayali olduğundan şüphe etmişlerdir. Bu mesele iki yeni belgenin yardımı ile artık aydınlanmış bulunuyor:

Birinci belge:

Niksari Zade Mehmed Çelebi (Ölümü 1025/1616) bir tarihte açık bulunan Gazanfer Ağa medresesine tayinini ister, ama onu tayin etmezler. Niksari Zade buna içerler ve bu mesele hakkında Dursun Zade’ye bir mektup gönderir. Unutulmamalı ki Niksari Zade tanınmış mizah, hiciv yazarıdır (Bakınız:efsülemirname, Milli Tetebu’lar Mecmuası, c 1, s3 , s.571). Zamanının ünlü yazarı, bilgin şairi Gani zade Nadiri de (ölümü 1036/1636-37) bu mektuba bir şerh yazar . Bu şerh de mizahi satirik bir yazıdır. Bunun bir kopyası Süleymaniye kütüphanesindedir (Esat Efendi,3384). Tarihçi Ali’nin bazı risaleleri bulunan bu cildin sonunda Nadiri Zade şerhi ile Niksarizâde’nin buna verdiği cevap da vardır; fakat her iki metin , hele ikincisi o kadar örselenmiş haldedir ki Nadiri’nin şerhini bile tamamen okumak imkansızdır. Sahife kenarları , satır araları bir hayli yıpranmış, aşınmıştır. Buna rağmen bu metinden önemli , faydalı bilgiler öğreniyoruz.

Nadiri’nin şerhinde, içinde “taklit” ve “maskara” kelimelerinin de bulunduğu bir cümlede “İşkenbecioğlu” ve “Kör Hasan” isimleri de geçer. Böylece bunların tanınmış komikler arasında bulundukları anlaşılıyor. Bir kaç cümle ilerisinde de Nadiri, Niksarizâde’nin “hem iryaki, hem bengi, hem müdmin-i hamr (şarap düşkünü)” olduğunu söyledikten sonra: “Haktaala Hayal-i rakka”. Bu hırka astarlı nurludur… Bu hırkanın astarı, yenin yüzü murakka vasla ki bir hırkada görünür, ayrık yerden gelip düzülmüş nesne değil aslıdır. Ve dahi bu hırkadaki vasla ki var, renk renk , her renk hayal-engizdir.” Arkasından da: “Hayal ehli hayale düşse aceb değil” diyor. Bu cümle bize XV. yüzyılda hayal oyununun – Çünkü bunun hayal oyunu olduğuna şüphe yok- ne kadar rağbet gördüğünü anlatmıyor mu?

Bugün bütün dünyada Karagöz ismile tanınan “hayal oyunu” nun renklendirilmiş gölge oyunu haline
gelmesi, fikrimce XIV. XV. yüzyıllarda gelişmiştir. Bunun için suretlerin rengini perdeden süzecek derecede ince deri ve boya işçiliğinin ilerlemiş olması şarttır. Karagöz’ün, yani renkli suretlerle ışık-gölge oyununun Türkiye’deki gelişimini bu yönde aramak lazımdır.

Kitap resminden kesme şekillere geçiş

Burada yepyeni bir soru ile karşılaşırız:

Kukla (bebek) şüphesiz çok eski bir oyun aracıdır. Kolkurçak bunun Türklerdeki bir çeşidinin adıdır. Esasen “Kurçak” kelimesi “put, heykel, kukla” anlamındadır (Büyük Türk Lügati). Abdulkadir İnan’ın Samayloviç’den tercüme ettiği Türkistan Sanatkarları Loncası’nın Risalesi adlı makalede (Türk Halk bilgisine ait maddeler II, İstanbul, 1929) Taşkent’te Kolkurçak ve Hive’de Çadır Hayal” oyunlarını gösteren iki klişe vardır. Burada görüldüğü üzere Çadır Hayal da bir kukla – suret oyunudur. Fakat acaba, “kesme” şekillerle, yaniresimle “bebekle değil” suret oynatmanın perdesiz, ışıksız eski bir tarzı var mıdır? Böyle bir şey ispat edilebilirse  kukla ile Karagöz arasında bir geçiş (transition) merhalesi olacaktır.

Gerçekten böyle bir merhale büyük bir ihtimal ile mevcut olagelmiştir. Geçenlerde Edebiyat Fakültesinde eski Türkçe metinlere dayanarak Uygurların hayat tarzı hakkında önemli iki konferans veren Hamburg Üniversitesi Profesörlerinden Türkolog bayan Anne Marie Von Gabain, sesle okunmak maksadı ile dramlaştırılarak yazılan dini metinlerden (Bu metinler Hoço’da bulunmuş Uygurca budist metinlerdir) bahsederken bunların meclis halinde okunuşu sırasında dinleyiciye konu ile ilgili resimlerin de gösterildiğini haber veriyor. Fikrimce bu resim gösterme işi varlığını farzettiğimiz geçiş merhalesinin ta kendisi, belki onun on yüzyıl önceki bir safhasıdır. Bu gösterilen resimlerin kesilerek ve bir araçla tutturularak okuma esnasında toplu haldeki dinleyicilere gösterilmesi besbelli çok daha sonradır. Bu suretlerin gölge oyununa, yani ışık – gölge tekniğine adapte edilmesi ise daha yeni olmak lazım gelir. Bu gerçek, fakat iptidai gölge oyununun renkli suretlerin oynatılması tarzına çevrilmesi ise büyük bir inkilap olmuştur. Bu inkilabı herkesten çok anlayan ve onu kendi gayeleri için kullanmak teşebbüsünde bulunanlar da hiç şüphesiz tasavvufçu tarikat adamlarıdır. Hayal oyunu bu suretle ilkin tekkelere, daha sonra da saraylara kadar nüfuz edebilmiştir. Onaltıncı yüzyılın başlarında , mesela Kanuni zamanında Hayal oyunu henüz aristokrat bir eğlencedir. Ebussuut Efendi’nin fetvaları bunun şahididir (Bakınız: M.N. Özön, Karagöz hakkında ufak notlar, Kanlı kavak, s 51, İstanbul 1941). Halk edebiyatında Hayal oyununa ait izler bulunmadığı halde Divan şiirinde buna ait zengin malzeme vardır.

Ahmet Kutsi Tecer T.F.A No:119 Haziran 1959

MAKALELER SAYFASINA GERİ DÖN

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir