Karagözle ilgili bir soru (Metin And)

Türkiye’ye her şeyin Orta Asya’dan geldiğini ileri sürenler Karagöz’ün de Orta Asya’dan ve İran yoluyla Türkiye’ye geldiğini sanmışlar, ve böyle sanarak da Karagöz’ün Türkiye’de başlangıcını 16. yüzyıldan önce ki yüzyıllara getirmişlerdir. Oysa Türkiye’de Karagöz oyunu 16. yüzyılda Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı almasıyla başlar. Bundan önce kimi metinlerde “hayal” kelimesi geçerse de bunun kukladan veya doğrudan doğruya bir edebî anıştırmadan başka bir şey olmadığı kolayca düşünülebilir. Şimdiye dek en yerleşmiş görüş gölge oyunun Çin’den Moğollara geçtiği ve buradan da Türkler eliyle Uzak Doğu’dan Batıya getirilmiş olduğu yolundaydı. Moğol etkisine kanıt olarak İranlı tarihçi Cüveyni’nin Tarih-i Cihanguşâ’sı (ki aynı bölüm Raşidettün tarihinde de geçer) gösterilmiştir. Burada Cengiz Han’ın oğlu Oktay’ın sarayında bir Çinli oyuncunun gösterisi ele alınmaktadır. Oysa bu oyunun gölge veya kukla oyunu olduğu kesin değildir. Bunun gibi Orta Asya’da ve İran’da gölge oyunu bulunduğu yanlış görüşünü gölge oyunu araştırmalarının babası Prof.Jacop’tan tutun da bir çok incelemeci körükörüne yineleyip sürdüregelmişlerdir. Jacop’un yanıltısı Türkçe bebe anlamına gelen ve bugün Anadolu’da yaşayan korçak, kudurcak, kuçak, kavur, konçak, kabarcuk, kavurcak ve goğurcak kelimelerinin gölge oyunuyla bir ilinti kurmasıdır. Oysa böyle bir ilintiye hiçbir bakımdan yer yoktur. Bundan başka kesinlikle söylenebilir ki, ne Orta asya’da ne de İran’da gölge oyunu bulunmaktadır. İbni Bibi’nin tarihini Almanca’ya çeviren Prof.H.W.Duda  bu tarihte geçen beziger’in  karşılığını bir yerde kukla, bir yerde gölge oyunu olarak göstermiştir. İran tiyatrosu üzerine incelemeler, burada gölge oyununun varlığı üzerine hiçbir kanıt gösterememişlerdir. İran tiyatrosu üzerine başarısız bir kitap yazmış olan Mecit Rezvani Lubetbaz’i, Pehlevan, Keçel, Hayme-i Şebbazi (veya Şebbazi), Humbazi Arusek gibi değişik kukla türleri yanında birinin adı Bazî hayâl, ötekinin Hayme-i Gerdûn adında adında iki gölge oyunu türü bulunduğunu ileri sürüyorsa da bu başlıklar altında yalnızca Türk Karagöz’ünü anlatıyor, bunların İran’daki varlığına hiçbir kanıt gösterememektedir. Bu adları yazarın nereden bulup çıkarttığına gelince Jacob’un incelemesinde İran edebiyatından alınmış bazı örneklerde çark-ı felek, fanus-u hayâl, cemal-i hayâl, hayâl-i fener gibi deyimlerin gölge oyunu olarak yorumlanması sonucu olduğu söylenebilir. Nitekim Mecit Rezvani’nin sözünü ettiği Hayme-i sâye gerdûn’da “hayme” gerek Farsça’da gerek Türkçe’de kukla ve gölge oyunu oynatıldığı çadır, “saye” gölge, “gerdûn” ise dönem, felek, dünya ya da araba anlamındadır. İşte yazar bir çok şiire özgü anıştırmalar, imgelerden öteye gitmeyen çark-ı felek, fânus-u hayâl gibi deyimlerden esinlenerek kendisi de yoktan terim yaratıp İran’da gölge oyunu olduğunu ileri sürmüştür.İran’da gölge oyunu olduğu üzerine hiçbir kanıt olmadığı gibi Orta Asya’da da gölge oyununun bulunduğunu sürenler de bu yerlerde rastlanan kol korçak ile Çadır hayâl’i gölge oyunu sanmışlardır. Oysa kol korçak el kuklası, çadır hayâl ise ipli kukladır.
16. yüzyıla gelinceye değin Türk kaynakları da incelemeciler elinde yanlış yorumlanmıştır. Bu yanılmanın nedenini eski metinlerde hayal kelimesinin hem kukla hem gölge oyunu için (kimi kez bunları ayırmak için gölge oyununa hayâl-i zıll denmiştir) kullanılmış olmasında, bunun gibi çadır veya hayme deyimlerinin hem kukla hem gölge oyununun oynandığı yer anlamına gelişinde aranmalıdır. Türklerin bu çağlarda gölge oyunundan önce kuklayı tanımış olmaları ve bunu Orta Asya’dan ve İran’dan getirmiş olmaları akla daha yakındır. Bunun gibi 15. yüzyıldan Hoca Mesut ile yeğeni İzzeddin Ahmet’in yazmış olduğu Süheyl’i Nev-bahar’dan alınan:

Kişi kim hayalbaz oyunun bilür
Çadır tudübün gice oynar olur
Çün gör ki onun misli az idi
Gönül kendüsün ne hayalbaz idi

mısralarında hayal kelimesi ve onun gece oynatılması gene incelemecileri aldatmış, bunu da gölge oyunu sanmışlardır. Oysa yukarda İran’da kukla türü olan hayme-i şebbâzî (veya şebbâzî) nin gece oynatılan kukla türü olduğu düşünülürse Türkiye’de de kuklanın gece oynatılmasına bir engel olmayacağı ortaya çıkar. Bunun gibi Ahmet Kutsi Tecer, Raif Yelkenci’de gördüğü ve yazarı Musa olan 1430 tarihli 2.Murat için yazılmış Câmâsbname’den bir parçayı veriyor.Bu parçada şu mısralara bakalım:
Nice ersün aki anun işleri çok
Uykuda olan görür düşleri çok
Her ki gafildür uyur ol düş görür
Uyanık olan görür düşin yorar
Uyuru uyanığı lu’batıbaz
Oynadub bir bir alur üstüne uz
Kimse bilmez hali bunun nicedür
Ha görünen uşbu gündüz gicedür
Oynadan bir hep içi lu’ub dolu
Gördün ah’i ol Hayalbaz oyunu
Bir kıl ile nice oynadanı

Burada hayalbaz oyunu dedikten sonra ve gece gündüz oynatıldığı belirtildikten ve bunun bir kıl ile oynatıldığının söylenmesi yalnız 15. yüzyılda hayal (in kukla anlamına geldiğini göstermekle kalmaz, ayrıca bu çağda ipli kuklanın bilindiğini de gösterir.)
İşte bu noktadan kalkarak İran’da hayme-i şebbâzî denilen kukla oyunu üzerine 16. yüzyıldan bir belgeyi inceleyelim. Hayme (çadır anlamına) bir çok Karagöz gazellerinde de geçer, fakat hayme-i şebbâzî kukla oyunu olduğu için buradan bunun gölge oyununun perdesiyle bir ilintisi yoktur. Gece oynatılmanın yalnız gölge oyununa vergi bir durum olmadığı da böylece ortaya çıkmış oluyor. Ayrıca nasıl Karagöz’ün tasavvufi bir yanı varsa, inceleyeceğimiz belgede kuklanın da böyle tasavvufi bir anlamı olduğu anlaşılıyor. Söz konusu belge Hüseyin Vaız Kâşifî’nin (ölümü 1504) Fütüvvet-nâme-i Sultanî  adlı, aslı British Museum’da bulunan yazmanın kuklayla ilgili bölümünde verilmiştir. Buna göre kukla oynatanlara lobetbazan denmektedir, dervişler bunun üzerine çeşitli kuramlar vermişlerdir, bir çok gerçekler anlatmışlardır. Bunun tasavvufi anlamını anlattıktan sonra bir kimse “bir gün kukla oynatanların meclisindeydim diyor” Bir çadırın altında bir adam oturmuştu, ellerinde iki insan yüzü vardı. Bir yüze erkek sesiyle soruyor, ikinci yüze de kadın sesiyle cevap veriyordu.Her iki ses de birbirinden tamamiyle ayırdedilecek biçimde konuşuyordu. Bu konuşma kimi kavgaya dönüyor, yeniden barışıyorlardı. Bunca konuşma çadırın içinde saklı olan o tek adamın ağzından çıkmaktadır. Benim şaşkınlığımı gören bilge bir kişi bana dedi ki: “Sen bunun ciddiyetten uzak bir oyun olduğunu düşünme, bütün bu oyunların arkasında bir gerçek yatıyor.”

İşte buradan anlaşılıyor ki kuklalar hareketlerimizin aynısıdır. Bu tevhid’in birinci aşamasıdır ki, buna hareketlerin görünmesi, belirmesi derler. Dervişe bir gerçek belli olur ki tanrının izni olmadan hiçbir hareket taklit edilemez. Hareketlerin bir anlatımı vardır. Şöyle kabul edilir ki dış evren bir oyuncağa benzer, bu oyuncağın hareketi büyük ustanın elindedir. Hayyam’ın bir rubaisi: “Biz tanrının elinde oynayan kuklalarız. Bu bir gerçektir mecaz değildir. Bir gün birkaç kişi geldik, rollerimizi oynadık, gene birer birer yokluk dünyasına döndük. Bu da gösteriyor ki sessiz, kımıltısız, ruhsuz varlıklar ki dilleri yoktur, yaptıkları hareketler karşısında insan konuşan ve hareket eden yalnız onlardır sanıyor.Oysa hareket ettiren ve konuşan başkasıdır. ” Mevlâna’nın bir şiiri de bunu gösterir: “O ustalıklı bir ateştir, bense bir putum, ben onun yaptığı şey olurum ancak, eğer beni şarap testisi yaparsanız testi olurum, eğer beni hançer yaparsa hançer olurum, eğer beni ırmak yaparsa su veririm, eğer beni ateş yaparsa yakarım.”

Kukla oynatmak için çadır ve pişbend (Farsça önlük) gereklidir. Çadırla gündüz, pişbendle gece oynanır. Pişbend bir sandığa derler ki onun önünde hayâlî bir oyun oynanır. Gündüzleri el hareketleriyle  oynanır, geceleri de iple. Eğer çadır neye yarar ki diye sorarlarsa, o zaman diyeceksiniz ki “o her kez başka bir kukla olan aynı insana benzer”

Pişbend neye işarettir diye sorarlarsa: “Bu da insan kalbine benzer ki bütün acaip ve tuhaf şeylerin saklı olduğu bir sandıktır. Her zaman değişen istekleri anlatır. Onun için ona kalp derler ki bu da değişik hareketlerin yapıcısı, ustasıdır.Nasıl ki kalp sandıktaki pek çok değişik hareketleri anlatıyorsa, Tanrı da kalp gibi yaşamın sandığını harekete geçiriyor. Tanrının gücü olmazsa kalp harekete geçmez.”

Metin AND
Forum dergisi No:332 Ankara 1968

MAKALELER SAYFASINA GERİ DÖN

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir