Karagöz tekniği ve estetiği (İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu)

Konumun ne denli ağır olduğunu biliyorum. Ama ağır olması cesaretimizi kırmamalıdır. İşe başlamak gerektir. Olumlu sonuçlar elde edemesek bile yine de olumlu bir iş görmüş olacağız.

Şimdiye değin sorulmuştur;Karagöz bir Türk buluşu mudur, değil midir? Karagözcü Türkler kendileri mi bulmuşlardır, yoksa başka bir budundan, ulustan mı almışlardır? Ben tarihçi değilim. Ama bundan kırk yıl kadar önce Londra’da bulunduğum zaman British Museum salonlarında, budunların elişleri üzerine yaptığım incelemeler sırasında bizim Karagöz gibi deriden oyulmuş, perde üzerinde oynatılmak üzere değneklere geçirilmiş birtakım suretler gördüğümü anımsıyorum. Bu gibi belgelere dayanarak diyeceğim ki Karagöz’ün ışıklı bir perde üzerinde suret oynatmaktan başka bir şey olmayan tekniği çok eskidir. Işıklı perdeyi tanıyan her budun, her ulus bu gölge oyununu denemek istemiştir.  Ama Türkün bu gölge oyunundaki dehası tekniğini bulmasında değil, yepyeni bir estetik yaratmasındadır. Bu estetiğin özgürlüğü üzerinde durmadan ikinci bir soruya daha karşılık vermek isterim.

Karagöz gerçek, canlı bir varlık olarak yaşamış mıdır? Bu soruya vereceğim karşılık Sanat adlı kitabımda toplu olarak vardır. Bu kitaptan birkaç satırı bugünkü dile aktararak okuyalım:”Tarih, Karagöz yoktur, çünkü varlığını gösteren hiç bir belge bulamıyorum diyor. Tarihin yoktur dediği Karagöz insan olarak doğmuş, yaşamış, gömülmüş gerçek bir varlıktır. Oysa, varlığı, yokluğu kültür açısından söz konusu edilmesi gereken Karagöz, bu ölümlü varlık değildir. Kişisel yokluğuna karşın, kişisel olmayan bir varlıkla yüzyıllarca Türk bilincinde yaşamış olan kamul varlıktır. Kim, hangi bilim adamı özü bir dilden, bir beğeniden, bir anlayıştan oluşmuş olan bu yaratıcı dehayı yadsıyabilir? Kamusal bir suret belirtme gizine erişirken gerçek bir birey gibi ne ete kemiğe, ne doğuşa hatta ne de Adem’in eğe kemiğine gerekseme duyar. Kamul yaratıkların anası ulusal deha, gelenektir. Budha, İsa, Sokrat, Shakespeare gibi kamul varlıkların bireylikleri hep çekişme konusu olagelmiştir. Ancak bunların kamul olan varlıklarından hiç bir ulus işkillenmemiştir. Gerçi bütün varlıklar gibi kültür de ölümden korkar. Bu zorunluluk dünyasında yaşamak için o da yalvaçlara, romancılara, deve derilerine gerekseme duyar. Ya da gerçek dünyasının en arık örneklerine sarılarak onlara insanüstü güç, erk verir. Bence Karagöz’ün büyüklüğü varlığında değil yokluğundadır. Çünkü bireysel kuruntudan çok zengin olan kamul duyuncunun eğilimlerini yerleştirecek Rebalais, Voltaire, Rousseau türünden dev örneği ölümlüler bulamayınca, yok olmayı da yırtarak düş (hülya) tözünden olgunluk örnekleri meydana getirir. Bunun bir örneği de Karagöz’ün kendisidir. Ama Karagöz bizim ulusal eserimiz midir? Araptan, Acemden şuradan buradan alınmış değil midir? Telaş etmeyiniz. Karagöz Türk’ten daha Türk’tür. Çünkü Türk’ün değil Türk’lüğün temsilcisidir. Ulustan ulusa geçenler ulusal olmayanlardır. Türk Karagöz’ü almamıştır, gölgeyi almıştır. Bu görüntüye kendi dehasından bir can vermiştir.”

Bence Karagöz’ün özgünlüğünü tekniğinde değil, estetiğinde aramalıdır. Bu teknik, uluslararası olmakla birlikte, bu estetik büsbütün Türk’tür, ulusaldır. Bu estetiği meydana çıkarmaya başlamadan önce şu noktaya dikkat edelim. Her yeni teknik kendisiyle birlikte yeni bir estetiğin olurluklarını da getirir. Eğer yeni tekniği olan ulusta deha varsa özgün bir estetik yaratır. Sözgelişi roman estetiği okuma tekniğinden doğmuştur. Tiyatro estetiği üç boyut içinde bir eylem meydana getiren aktörlerin kişiliğinden doğmuştur. Sinema estetiğini, evrimini yapmış, makineleşmiş bir filmin perde üzerinden somun olarak tekrarlanmasında aramaktadır. kukla ise bilinç altında yatan bir takım grotesk varlıkların cansız makineler olarak devinmesinden çıkmış bir otomatizm estetiğidir. Karagöz için de böyle. Karagöz birinci derecede bir perde oyunudur. Karagöz’ün estetik kaderi bu beyaz perdenin teknik varlığına sıkı sıkıya bağlıdır. Türk Karagözcülerinin ince duygusu bu perdeden ne gibi estetik öğeler çıkartmıştır. Bunları birer birer görelim.

Perde dümdüz gerilmiş bir bez parçasıdır. Bu perde mum ışığı ile aydınlatılmıştır. Karagöz suretleri bu düz, aydınlık perde üzerine yatacak, saydam olarak görünecektir. Suretler için bu yassı, düz tabanla en iyi uygunluk profil oluşudur. Türk Karagözcüleri perdenin ortaya koyduğu bu teknik zorunu anlamakta hiç gecikmemişlerdir. Karagöz suretlerini hep profil olarak yapmışlardır. Karagöz, Hacivat, Beberuhi, Zenne, Matiz hep profil halindedir. Çengi gibi kolları profil olmayan suretlerde bile gövdenin bütün öbür parçaları yine profil halindedir. Elle ayaklar, ilkel uygarlıkların kabartmalarında, ilkel resimlerde görüldüğü gibi, parmakları sıra ile üst üste gelmek üzere yapılmışlardır. demek ki profil oluşu Karagöz plastiğinin en belli başlı özelliğidir. Hatta bu profillik yassılaşma derecesine değin varır.

Karagöz suretlerinde bu profilliğin, yassılığın bir sonucu anatomi perspektif bağlarından kurtulmaktadır. Karagöz suretleri, orta zamanın ilkel sanat eserleri gibi hem anatomi, hem de perspektif kurallarına karşıdır. Sanat 16. yüzyılda eski duygu temelini yıkıp yeni bilim temeli üzerine
kurulmuştu. Bu oluş 19. yüzyılın yarısına değin sürdü. Zamanımızın gerçeküstücüleri uyanık düş ressamları Rönesans anlayışına baş kaldırdılar, sanatta bilim (science) yerine duyumu (concsiance) koydular. İlkeller arasında anatomiyi, perspektifi Rafael ile Michel-Ange kadar iyi bilenler vardı. Ama sanat eserlerinde bu bilgileri kullanmazlardı. Çünkü sanatları ustan değil gönülden, bilgiden değil duygudan kuvvet alıyordu. Karagöz suretleri için de böyle. Karagöz plastiği anatomiye, perspektife, bilimci sanat geleneklerine uygun resimler değildir. Duygu geleneklerine uygun resimlerdir. Karagöz yapanlar sanatta ilkel anlayışı taşıyorlardı. Belki de sanatta ilkel anlayışın yaratıcıları da onlar oldular.

Karagöz ışık oyunu, mum ışığı oyunudur. Mum ışığı titrek, sırlı bir ışıktır. Hangi sanat adamı karanlık sokaklarda titreyen bir Türk fenerinin ışığındaki sırlı anlamı sezmemiştir? hangi seyirci Karagöz’ün iri gözünü delip geçen bu titrek ışığın esinleyici pırıltısı karşısında derin düşünceye dalmamıştır? Mum ışığı sırlı, anlamlı bir ışıktır. Elektrik ışığı katı, cansız bir ışıktır. Karagöz’ü elektrik ışığında oynatmaya kalkışmak onu öldürmektir. Ben, eski karagözcüler mum ışığını elektrik ışığına yeğlemişlerdi demiyorum. Yalnız demek istiyorum ki bu adamlar zamanlarında kullandıkları mum ışığının estetik değerini çok iyi tanımışlardı. Çünkü eserlerinin güzelliği hesabına bu titrek, sırlı ışıktan sonuna değin yararlanmayı bilmişlerdir. Bu bilgi suretlere verildikleri soylu renklerde de görülüyor. Karagöz renkleri güneşin altında seyredilmek için hazırlanmış bir tablonun renkleri değildir. Karagöz suretlerindeki renkler fener renkleridir, ancak saydam olarak görülünce güzel olan renklerdir.

Işığın Karagöz suretlerine kazandırdığı plastik değerlerden biri de deliklerdir. Karagöz suretleri delik deşiktir. Karagöz’ün yalnız kendine özgü bir anatomisi vardır. Bu anatomi sınırları deliklere, zımbalarla ayrılır. Bu delikler suretlerle karışık olan şeyleri ışıklarla açıklaştırarak suretlere bir donanma neşesi verirler.

Karagözdeki estetik değerlerin hepsi teknik zorundan doğma değildir. Bunlar arasında Türk ulusuna özgü olan anlayıştan doğanlar da vardır. İşte Osmanlıca’da “Tayyı mekân” sözü ile açıkladıkları oluş böyledir. Gölge perdesi yakınlık uzaklık tanımaz. Bu perde bomboştur. Ama her yeri bir uzaklıktır. Bu perde üzerinde her şeyi kurmak, bir anda her şeyi yok etmek eldedir. Karagöz perdesi sonsuz bir olurluk alanıdır. Tıpkı düş dünyası gibi. Düş perdesinde niceliği anımsatabilecek hiç bir şey yoktur. Düş perdesi nicelik dünyası değil, nitelik dünyasıdır. Bu özellik Karagöz oyununun en önemli özelliklerinden biridir. Bu anlayış yine sanatın ilkel anlayışına girer. Çünkü ilkellerle anatomi, perspektif bağlar gibi bağlar yoktur.

Şimdi Karagöz’ün en önemli özelliklerinden birine geçiyoruz. Son günlere değin karagözde komiğin türü, doğuşu üzerine bir kanım yoktu. Bu konu benim için bir bilmece idi. Ben çocukluk zamanımın Katip Salih, Hayali Şair Ömer gibi en ünlü Karagözcülerin oyunlarını seyrettim. Birde Kabataş iskelesinin yanında – şimdi beton bir bina bulunan – eski yalı kahvesinde pek usta ama adını bilmediğim bir Karagözcü seyrettim. Bu oyunlarda pek çok gülerdik. Son zamanlarda seyrettiğim belli başlı Karagözcülerin karşısında hiç gülemedim. Bunun nedenini çok düşündüm. Acaba dedim eski karagözcüler birer espri ustası mıydı? Yazılı eski Karagöz oyunlarını okuyunuz, kolay kolay gülemezsiniz. Oysa ki yalnız başınıza bir odada otururken Paul De Cocq’u okursanız gülmekten katılırsınız. Neden? Çünkü bu yazarın eserlerinde espri komiği vardır. Bu türlü komiklik Karagöz oyununda pek yoktur. Çok olması da elde değildir. Çünkü bütün insanlık tarihinin bulabildiği büyük esprilerin sayısı çok değildir. Öyleyse çocukluk zamanımızdaki karagözcülerde bizi o kadar çok güldüren komik türü neydi? Onlar yalnız espri komiği değil, bol bol ses, hareket komiği yapıyorlardı. Karagöz’deki komik varlık pek az espriden, en çok sesten, hareketten doğar. Ses, hareket komiğinin kahramanı Karagöz’ün kendisidir. Karagöz’ün sesi kalın, çatlak bir sestir. Bu ses Türk’ün bulduğu en komik sestir. Bu sesi bulamayan, kullanamayan Karagözcü hiç başarı elde edemez. Halk Karagöz’de Karagöz’ün o çatlak sesini bulamadı mı kaçar gider. Harekete gelince, Karagöz’ün altı yerinden eklemli olan gövdesi bu hareket komiklerini yapmak için pek uygundur. Biz de bu ses, hareket komiğini en iyi değerlendiren Karagöz sanatkarı rahmetli Hazım olmuştur.

İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu

Türk Dili Dergisi Yıl:1969 Sayı:215

MAKALELER SAYFASINA GERİ DÖN

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir