Eski Türklerde kukla ve gölge oyunları çeşitleri

İslam’da heykellerin haram, insan biçimlerinin bir yüzey üzerinde canlandırılmasının mahruk olduğunu biliyoruz. Ancak bu yasaklama daha çok Arap etkisinin büyük olduğu yerlerde böyledir, Türkiye’de bu yasak o kadar kuvvetli değildir. İslam dünyasının din adamları gölge tiyatrosu için hep kaçamak yorumlar bulmuşlardır. Kuklalarla iplerin veya değneğin geçirildiği delikler olduğu için bunların cansız olacağı, bu bakımdan yasakların kapsadığı alana girmeyeceği ileri sürülmüş, tasavvuf da gölge oyunundan yararlanmıştır. Bunlara karşı Türkiye’de fetvalar incelendiğinde görülüyor ki bu türlü taklide, benzetmeye dayanan gösteriler yasak edilmemiş, ancak bazı özel durumlarda eğitim, dinsel, hukuk kurumları gibi saygın kurumları küçük düşürdüğü zaman yasak edilmiştir. Böylece fetvaların açıkça yasakladığı durumların dışındaki benzetmeli gösterilerin yasak edilmemiş olduğu sonucuna kolaylıkla varabiliriz. Yakın tarihlere kadar bilmediğimiz nokta birden çok gölge tiyatrosu, dörtten çok çeşitte gölge tiyatrosu olduğudur. Metinlerin açık seçik olmayışı bunun başlıca nedenidir.
Metinlerdeki karışıklık yabancı dillerdeki kukla kelimesiyle Türkçe’de hayal kelimesinin kullanılışından gelmektedir. Birçok yabancı gezginler kukla kelimesini hem gölge tiyatrosu hem de kukla için kullanmışlardır. Bildiğime göre bu ikisi arasında bir ayrım gözeten ve her ikisini de ayrı ayrı tanıtan tek tanık 17. Yüzyılda yabacı gezgin Cornelio Magni olmuştur. Hayal kelimesine gelince, bu da hem gölge tiyatrosu için hem de kukla tiyatrosu için kullanılıyordu ve çoğu zaman çağımızda yanlışlıkla yalnız gölge tiyatrosu karşılığı olduğu sanılıyordu. Bunun sonucu olarak da Türkistan’daki aslında ipli kukla olan ve gölge tiyatrosu ile hiçbir ilintisi bulunmayan Çadır Hayal’i de adındaki hayalden ötürü gölge tiyatrosu sanıyorlar, böylece Karagöz’ün Türkiye’ye Uzak Doğu’dan Türkistan yoluyla gelmiş olabileceğini ileri sürüyordu. Fakat eski Türk metinlerinin çoğu bu yanlışa düşmüyor. Hayal kelimesine bir de Zıll ekleniyordu. Böylece Hayal tek başına suret gibi kukla için genel bir terimdi. Bunun gölge oyunu olduğunu anlamamız için zıll-i hayal veya hayal-i zıll demek gerekiyordu. Bu arada bir de 16. Yüzyıldan bir yazmada 1582 tarihli sünnet düğünü şenliğine katılan oyuncuların ve oyuncu topluluklarının adlarını veren yazmada birçok oyun başlıkları buluyoruz ki bunların ya kukla veya gölge tiyatrosu ile bir ilgisi bulunmaktadır. Bunlar birbirlerine yakın anıldıkları için aralarında mantıkça bir konu birliğinin bulunduğu sonucuna varılabilir. Bunlardan biri suretbazan, bir başkası hayal-i zılciyan, hayal-i has ve cemaat-i piyade çadırları adını taşıyor. Suretbazan için kolaylıkla kukladır diyebiliriz. Hayal-i has ya değişik bir kukla oyunudur veya yalnız saraylarda kukla oynatan bir oyuncu türüdür. Cemaat-i piyade çadırları deyimine gelince bu da şaşırtıcıdır. Kukla oyunuyla ilgili bölümde sayıldığı için bunu da kukla oyunlarının bir türü gözüyle bakabiliriz. Ayrıca oyunlardan biri için ayak kuklası deyimi kullanılıyor ki buna yeniden döneceğiz. Çadır kelimesinin kullanılmış olması da gene Türkistan’daki Çadır Hayal deyimini düşündürüyor.1582 tarihli sünnet düğünü şenliğini anlatan Surname-i Hümayun’da hayalbazan terimi bir çok yerde geçmektedir, bununla beraber aynı metinde bir çeşit gölge tiyatrosu sanki hayalbazandan ayrı bir şeymiş gibi uzun uzun anlatılmaktadır. Eğer bu ayrı bir gösteri olsaydı bu da hayalbazan der gibi geçiştirilebilirdi. Oysa Surname-i Hümayun bu gösteriyi şöyle anlatıyor; “Pes ol mahalde bir harif-i lu’bet-baz ve zarif-i arbede-perdaz bir hayme-i zü’l-acayip ve bir perde-i bü’l-garayip meydanda nazikane gelüb kurdu. Ve tariklerince bî-rev ü piş kademlerin yad edüp dua-i padişah-ı zemin ü zamane durdu… Ba’dehu enva-ı temasil-i garibe perde ardından yürüdü ve kendü hicab içinde kalub bir miktar san’atın sürütdü. Bu Ali Sina’nın… ahvalin mukallid ve simyayı amel-man-denun ki mevcud ül-ism ma’dum ül cismdir. Temaşasın muhaddid olup cemadatı zi-ruh mesabesinde koyub derd-mend ol hayalat ile izin azıtmış ve risman takub zikr olunan temasili gezdirmekle bu itikadda ki işin düzetmiş gâhi tuyur-i gunagunu fesane vü füsun ile uçurdu ve gâhi vuhuş-i muhalif ül-cuyuşu bir biri ile savuşdurub meydandan uçurdu. Gahi ziba serirler üzerinde nigar-ı hub-etvarı uturub uşşak-ı bi-nevanın karşularında boyunlarını eğdürdü ve gâhi cevanan-ı zerafet ve letafet ünvanı hezar şive vü naz ile reftare getirüb ol kıyamet kametlerle gılma-i cinanı andırdı. Gâhi murassa sandalilar kurub üzerinde ziba hanandelere be hub-neva serayendelere enva-ı makamak-ı edvarı seyr etdürüp perdeler içinde nagamatı şubelendirdi. Gahi büyük gemileri rüzgarların böldürüp kadırgaları parendeler gibi kuruda uçurdu ve gah meclisler kurub seyr ehlin yedirdi içirdi ezhar-ı müteberrikeyi fusul-i erbaa dimeyüb turfet ül-aynda yetüşdürdü. Muşla gurbenin seyrin haddan aşurdu ve leylek ile marın nezaketin yerine düşürdü. Andan sonra bir ejder-i mehib peykeri meydan yerine getürüb ademler yutdurdu. Ba’dehu tamam-ı meharetin itmama iriştürüb işin bütürdü.”
Gene 16. Yüzyıldan Gelibolu’lu Ali de Karagöz’ü tanımlarken onun sözlü bir oyun olduğunu şu satırlarla belirtiyor; “Ve zıll-i hayal oynatan taklid-i takrirde arzı iktidar iden yani ki verayil hicabda yalnız söyleyen kendüsü iken eşsah-ı mütenevviayı zuhura getürüb söyleden üstad-ı mahirlerdir”
Aynı yüzyılın bu iki metninin karşılaştırılması iki değişik gölge tiyatrosu karşısında bulunduğumuzu ortaya koyuyor. Peki bu ikincisi ne olabilirdi. Evliya Çelebi’de belki bir açıklamada bulunabiliriz. Evliya Çelebi çeşitli oyuncuları sayarken iki çeşit gölge tiyatrosu ve iki çeşit kukla tiyatrosu olduğunu şu satırlarıyla belirtiyor; “Pehlevanı şebbaz yani hayal-i zılciyan, pehlevan hayal- tasvirciyan, pehlevan-ı kuklabaz, pehleven-ı baş kuklabaz” Bunların tanımlanmasını vermiyor. Bu bakımdan Evliya Çelebi’nin 1834 de yayınlanmış İngilizce çevirisi belki yardımcı olabilir. Gerçi bu çeviriye kesin olarak güvenemesek bile gene günümüzden Evliya Çelebi’nin çağa yüz yıldan da yakın olduğuna göre oradaki karşıklıklar bir ip ucu verebilir. Çeviri birincileri “Ombres Chinoises” gösterenler, ikinciler için ise renkli biçimleri “magic lantern” ile gösterenler diyor. Çeviri doğru ise birincisi Karagöz gibi perde arkasından oynatılmış oluyor, ikincisi sinema gibi karşıdaki perde üzerine yansıtılıyor.
Evliya Çelebi de iki çeşit kukla sayılıyor. Bunlardan ikincisi “başkuklabaz” acaba değişik bir kukla türünün adı mıdır yoksa baş olmuş , ustalaşmış kuklacıya verilen ad mıdır? İngilizce çeviri ikinciyi atladığı için bu konuda yardımcı olmuyor.
Kuklalara gelince, bu konuda bilgimiz çok azdır. Eski metinlerde kukla ve Karagöz temsilinin ayrı ayrı anıldığına pek çok örnek verilebilir. Örneğin 4. Mehmet’in oğlu Mustafa için Edirne’de düzenlenen sünnet düğünü şenliğini anlatan Abdi surnamesinde bir çok yerlerde geçiyor. Üç örnek vereyim; “Dahi hayalbazan ve hokkabazan ve kuklaciyan velvele arayısur olduklarına gayrı bundan akdem ferman ile cem olunan .. Surhitan hümayununda mevcut olan kollar ve hayalbazan ve kuklacıyan.. meydanda vazı alâyimi surıarus muhaşeret …” Hele bir yerde kukla ve karagöz’ün orta oyunu gibi canlı bir biçimde oynandığını şu satırlardan öğreniyoruz; “Ve şebkülah berser kukla kıyafetlü sıbyan ile baziçler gösterüb puşidei perdei hayal bazdan hoş nümater eylediler”
Türkiye’de en az dört çeşit kukla olduğunu biliyoruz. Bunlar, iskemle kuklası, el kuklası, ipli kukla ve dev kukla. Bunlardan ipli kukla ile el kuklasının 19.yüzyıl sonlarına doğru İngiliz kukla ustası Thomas Holden’in gelişiyle Türkiye’de başladığı ileri sürülebilirse de Türkistan’da el kuklası – Kol korçak ve ipli kukla – çadır hayal bilindiğine göre bunların çok daha eskiden Türkiye’ye Türkistan yoluyla getirilmiş olduğu düşünülebilir. Bir de Vehbi surnamesinde araba içinde köçeklerin aşağıdan oynatılarak dansettikleri bir kukla türü hem anlatılmakta hem de minyatürle verilmiştir.
Bu dört kukladan başka üzerinde fazla bilgimiz olmayan bazı kukla adlarına rastlıyoruz. Örneğin 18. Yüzyıl şairi Kâni’nin iki beyitinde yer kuklası deyimi geçiyor;
“Bir kerre de Hacı İvaz’ın şeklini görsün
Yer kuklasını seyri temaşadan usandık
…………………..
Kalmadı zerrece yer kuklası yanında yüzüm
Hacı yatmaz gibi pek kalkma sen kara gözüm”
Gene yukarıda belirtilen yazmada “Cemaat-ı piyade çadırları” sayılırken ayak kuklası deyiminin geçtiğini belirtmiştim. Gerek yer kuklası gerek ayak kuklası terimleri Avrupa’da Marionetta a la planchetta veya Fantoccini adında bir kukla türünü düşündürüyor. Bu kukla türünde bir ip iki tahta suretin gövdesinden yatay geçirilmiş bir ucu bir tahta direğe öteki ucu ise kuklacının ayağına bağlanmıştır. Kuklacı ayağını çektikçe kuklalar oynar. Nitekim 17. Yüzyıl gezgini Adam Olearius bu türde kuklayı Avrupa’nın doğusundaki ülkelerde gördüğünü söyler. Ancak yer kuklası ve ayak kuklası deyimleri Anadolu’da köylerde değişik biçimlerde oynanan bir kukla türünü daha düşündürüyor. En yayılmış biçimiyle bu kuklada biri yere yatar, yüzünü örter, iki eline birer ufak kukla alır, dizlerine de büyükçe bir kukla bağlar, ellerindeki kuklaları birbirlerine yaklaştırdığı sırada dizlerini çekince büyük kukla iki küçüğün arasına girmiş olur ve sevgililerin öpüşmesine engel olur. Burada hem yere yatıldığı için yer kuklası hem de ayaklar kullanıldığı için ayak kuklasına bir uygunluk buluyoruz. Ancak Anadolu köylü kültürü ve sanatı kentlerden ayrı olduğu için bu da inandırıcı bir görüş sayılamaz.
Metin And
Ekim 1963, Devlet Tiyatrosu Dergisi, No 21

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir